İstanbul’a bazı açılardan bakıldığı zaman nasıl bir gökdelenler şehrine dönüştüğü daha iyi fark ediliyor. Üstelik bu gökdelenler, konut ihtiyacını giderme ve “tutumlu kent” yaratmak amacıyla da yapılmış değil. Astronomik fiyatlarla alınıp satılan dairelerle tutumlu kent mi yapılır?
Rahmetli Turgut Cansever Hoca’yla yaptığım röportajlardan en ilgi çekicisi, “Tutumlu Kent” konusunda olandı. Bir ara yayın kurulunda yer aldığım bir dergide, son zamanlarda bazı mimarlar ve şehir plancılarının geliştirmeye çalıştıkları yeni bir anlayış kapak konusu olarak işlenecekti. Büyük araziler üzerine kurulmuş ve tıka basa tüketim mallarıyla doldurulmuş büyük evler değil, ekolojik dengeyi bozmayacak konutlar inşa edip şehirler kurarak asıl mutluluğun tutumlulukta olduğunu göstermeye çalışan mimarların geliştirmeye çalıştıkları bu anlayış üzerine, aynı zamanda bir şehirci olan Mimar Turgut Cansever’le konuşmam rica edilmişti. Özellikle serveti “zenginlik” değil “esenlik” diye tarif eden Paolo Soleri’nin proje ve uygulamaları hakkında ne düşündüğü merak ediliyordu. Amerikan tarzı tüketim toplumu modelinin ve küreselleşmenin yakın bir gelecekte dünyayı yaşanmaz duruma getireceğini düşünen Soleri, hızlı nüfus artışına paralel olarak büyüyen problemleri alt edebilmek için geliştirdiği “Tutumlu Kent” projesini Arizona’da inşa ettiği Arcosanti şehriyle hayata geçirmeyi denemişti.
***
Yüz kata kadar dikey mekânlı yerleşmeler tasarlayan Soleri’nin tecrübesini ve teorik yaklaşımını, öteden beri Osmanlı şehir tecrübesinden hareketle geliştirdiği alternatif bir “Tutumlu Kent” görüşünü savunan rahmetli Hoca’yla uzun uzun konuşmuştum.
Hoca, Soleri’nin büyük bir mimar olduğunu kabul etmekle beraber, Arcosanti tecrübesinin bir fiyaskoyla sonuçlandığını düşünüyordu. “Tutumlu Kent” fikri elbette doğru bir hareket noktasıydı; ama bu fikir ilk defa ondan çıkmış değildi. Yirminci yüzyılın başlarında da buna benzer düşünceleri savunanlar vardı; ne var ki hep teknolojiye dayalı çözümlerle amaca ulaşmayı öngören düşüncelerdi bunlar. Teknolojinin imkânları kullanılarak yapılacak çok katlı binaların alt yapı masraflarını azaltacağı düşüncesini yanlış bulan Hoca’ya göre, teknolojik gelişmeyi gerçekleştiren ve bu yolla serveti kendi ülkelerine yığma fırsatına bulan ülkeler, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir fakir ülkeler trajedisine yol açmışlardı. Le Corbusier ve Soleri gibi mimarlar, “Tutumlu Kent” derken, aslında kendi dünyalarının büyük servetleri içinde tutumluluktan söz ediyorlardı.
***
Hoca’ya göre, yoksul ülkelere, içinde bulundukları şartlar hiç hesaba katılmadan teknolojik çözümler dayatılıyordu. Hâlbuki kurulacak yeni şehirlerin sadece “tutumlu” olması yetmezdi; aynı zamanda “güzel” olmaları ve oluşumlarında o şehirlerde ve evlerde yaşayacak insanların görüşleriyle katkıda bulunmaları gerekirdi. “Katılımcı, sürdürülebilir, âdil bir şehirleşme düzeni” kurulmalıydı. Çok katlı binalar yaparak fikirlerini hiç sormadıkları insanları bunların içine tıkmak isteyen mimarların teknokratik yaklaşımlarında katılımdan söz edilemezdi. Hoca, böyle bir uygulamanın Bogota’da nasıl bir trajediye yol açtığını da şöyle anlatmıştı:
“Bogota’da şehrin düzensiz olduğu öne sürüldü ve büyük petrol serveti kullanılarak yamaçlara apartmanlar yapıldı. Aşağıdaki fakir şehrin gecekondularını yıkıp insanları bu apartmanlara yerleştirdiler. Bu, kırk sene evvel cereyan eden bir olay. On binlerce insan evini, çocuğunu, karısını kaybetti. On sene sonra da banyolardaki ineklerin nasıl çıkartılacağı meselesi ortaya çıktı. Bu, korkunç bir tecrübeydi. Bu tecrübeden haberi olmayan amatör gruplar çok fazla yukarıyla gideceğiz ve her şeyi çözeceğiz hikâyesinin peşine gidebiliyorlar. Bakın öyle bir binanın kendi kendisini taşıma masrafları, asansör masrafları... Bu, teknoloji açısından kendi gelişmesini tamamlamamış fakir ülkelerin, onlara satılacak makinelerle, teknolojilerle bir daha soyulmaları anlamına gelmektedir.”
***
Hoca, “Tutumlu Kent”in insanın insanca yaşamasını engelleyecek bir çözüm olmaması gerektiğini, her insanın iyi yaşamaya hakkı olduğunu düşünüyordu. “Tutumlu Kent” yapacağız diye insanları üst üste istiflemek, aslında insanı teknolojiye kurban etmek değil de ne idi? Çocuklar keyiflerince oynayamayacak, ağaçları, güneşi göremeyecek, anneleriyle bir yere gidemeyeceklerdi! İhtiyarların dünyası ise büsbütün kâbusa dönecekti. Bunları anlatırken San Fransisco’da bir grubun belediyeye verdiği bir manifestoyu hatırlayan Hoca, bu manifestoda sıralanan istekleri şöyle özetlemişti:
“Otomobillerle, onların gürültüsü ve kirli havasıyla iç içe yaşamak istemiyoruz. Evimizden işimize, işimizden evimize, aralarında çiçek ve ağaçların yer aldığı güzel ev sıralarının arasından yürüyerek, onların güzelliklerine seyrederek gitmek istiyoruz!”
Hoca’ya göre, Soleri’nin düşündüğü şekilde dikey yapılarda tehlikeli asansörlerin kirli havasını teneffüs etmek saçmaydı. Doğru olan, “ufkî yoğun” şehirler kurmaktı; o zaman asansörleri vb. çalıştırmak için gereken enerji tasarruf edilebilir, insanlar evlerinden işlerine yürüyerek gidebilirdi. Havası egzoz ve fabrika dumanlarıyla kirletilmemiş şehirlerde sağlık harcamalarının da azalacağını düşünen Hoca, insanları sağlıklarını korumak için hastahanelere ve jimnastik salonlarına gitmeye mecbur bırakmanın, hem hayatı pahalılaştırmak, hem de hayatın güzelliklerini yaşamak için harcanabilecek zamanı çalmaktan başka anlam taşımadığını düşünüyordu.
Böyle bir şehir için “tutumlu” sıfatı nasıl kullanılabilirdi?
TAZİYE: Atatürk Havalimanı’nda yaşanan felaketi dün gece bu yazıyı yazarken öğrendim ve dehşete düştüm. Terörün her türlüsünü şiddetle lanetliyor, hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyorum.