Sahaflık, sahaflar, kitapseverlik ve meşhur kitap kurtları hakkında yazmaktan ayrı bir zevk duyarım. Bu köşede zaman zaman bu konulara girdiğimi sevgili okuyucularım bilirler. Birkaç hafta önce Hakkı Süha Gezgin’in Mütareke Devri’nde Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’nın nasıl acıklı bir çöküşü yaşadığına dair yazdıklarını nakletmiştim. Daha önceki yazılarımdan birinde insan-kitap ilişkisinin çeşitli tezahürlerinden, başka birinde de Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun bir yazısından hareketle Cumhuriyet’in ilk yıllarında sahaflığın ve sahafların nasıl görüldüğünden söz ettiğimi hatırlarsınız.
Sahaflar Çarşısı’nın, Cumhuriyet tarihi boyunca 1928 öncesine açılan zaman tünellerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Nizamettin Nazif, bu tünelin kapatılmasını istiyordu. Ama her şeye rağmen sahaflar ve sahaflık yaşamaya devam etti ve Sahaflar Çarşısı eski canlılığını zamanla yeniden kazandı. İlim adamlarının, yazarların ve her çeşidinden kitap meraklısının haftada birkaç defa uğradığı, zaman içinde kendine has gelenekleri teşekkül etmiş, kitaptan iyi anlayan, araştırmacılara yol gösteren ve nadide kitapları yüksek fiyatlarla satarak çok para kazanmayı değil, makul fiyatlarla ehline satarak ilim dünyasına kazandırmayı tercih eden deryadil kültür adamlarının sahaflık ettiği, kapısından girer girmez sizi tarihin ve kültürün derinliklerine çeken otantik bir çarşıydı bu.
* * *
Üzeri asmalar ve morsalkımlarla örtülmüş, iki tarafında kilimli, postlu ve minderli küçük ahşap dükkânların sıralandığı dar bir sokak düşünün. Ressam Münif Fehim, bir tablosunda İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın bu sokaktan geçişini tasvir etmiş, Ahmet Hamdi Tanpınar ise Huzur romanının hemen başında kahramanı Mümtaz’ı eskilerin “Sahaflar içi” dedikleri bu sokaktan geçirtmişti: “Sahaflar içinde kitap karıştırmak, tanıdığı kitapçılarla konuşmak, sıcak günden ve sert aydınlıktan çarşının birdenbire insanı kavrayan loşluğuna ve serinliğine girmek, bu serinliği çok arızî bir hal gibi teninde duya duya yürümek hoşuna giderdi.”
Hikmet Feridun Es de Beyazıt Meydanı’nın zengin dekorunda en renkli mekânın Sahaflar Çarşısı olduğunu söyler ve şöyle devam eder: “Mini mini, dar ve kısa sokak, İstanbul’un çehresindeki en önemli çizgilerden biri idi. Eylülden sonra çarşının üstünü kapayan asmanın üzümleri olgunlaşıp irileşirdi. Başınıza değecekmiş gibi dizi dizi salkımların, tozlu asma yapraklarının altından ve koyu gölgenin içinden geçerdiniz.”
Beyazıt Meydanı’nı Kapalıçarşı’ya bağlayan en kısa yol olduğu için her gün binlerce insanın geçtiği Sahaflar içindeki ahşap “dükkânçe-i sahhaf”lar, buradan geçen hemen herkese ister istemez bu çarşının günün birinde yanıp gideceğini düşündürürdü. Şevket Rado, bir yazısında “Gazete koleksiyonları karıştırılsa Sahaflar Çarşısı’nı yangından korumak üzere tedbir alınmasını tavsiye eden kim bilir kaç yazı bulunur” diyordu.
* * *
Ve korkulan oldu, Münif Fehim’in tablosunda ve birkaç fotoğrafta hâlâ nefes alıp eski Sahaflar Çarşısı, 1950 yılında çıkan bir yangında yok oldu. Devrin gazetelerindeki haberlere göre, yangın 6 Ocak gecesi saat 19.30’da Saatçi İbrahim Efendi’nin Çadırcılar Caddesi’ne açılan kapının yanındaki dükkânında çıkmış ve on beş dükkân tamamen, beş dükkân ise kısmen yanmıştı. Bunlardan sadece üçü sahaf dükkânıydı, ama o dükkânlarda kim bilir ne zenginlikler vardı. Divanü Lügati’t-Türk’ü Ali Emirî Efendi keşfetmediğini, bu değerli eserin döne dolaşa Saatçi İbrahim Efendi’nin dükkânında karar kıldığını farzediniz. Yanan kitaplar arasında Kaşgarlı’nın eseri gibi değerli ve ünik yazmaların bulunmadığını kim söyleyebilir?
Bana bu yazıyı yazdıran, eski gazete koleksiyonlarını tararken dikkatimi çeken bir yazıda Saatçi İsmail Efendi hakkında anlatılanlardır. Devrin gazetelerinde yangının çıktığı 4 numaralı dükkânın saatçi dükkânı olduğundan söz edilir. Bu bilgi hatası, dükkân sahibinin Saatçi İbrahim adıyla tanınan bir sahaf olmasından kaynaklanır.
Yangının ardından çarşıyı gezen S. G., Sahaf Raif Yelkenci’nin çarşı dışındaki dükkânında yangın hakkında konuşulurken o tarihte yetmiş beş yaşında olan Saatçi İbrahim Efendi’nin sahaflık macerasını da öğrenerek okuyucularıyla paylaşmıştır.
Yazıda anlatıldığına göre, kitaplarla kırk yıl kadar önce tanışan ve çok geçmeden bir kitap kurduna dönüşen İbrahim Efendi, saatçilikten vazgeçerek sahaflığa başlamış; fakat kitaplarını o kadar severmiş ki, hiçbirini satmaya kıyamazmış. Aranan kitaplar kendisinde varsa bile “Yok!” der, ısrar edilirse istenen kitabı çıkarıp gösterdikten sonra yüksek fiyatlar söyleyerek müşterilerini kaçırırmış. Bir seferinde iş inada binmiş, müşteri fiyatı kabul ederek kitabı almak isteyince, Saatçi İbrahim Efendi, “Evlâdım kusura bakma,” demiş, “ben bu kitabı henüz okumadım. Okuyayım da inşallah birkaç ay sonra sana satarım.”
S.G., Sahaf Raif Efendi’ye “İbrahim Efendi’nin dükkânında kıymetli eserler var mı idi?” diye sorduğunu ve şu cevabı aldığını söyler: “Vallahi bilinmez ki efendim. O, kitaplarını kimsenin karıştırmasına da müsaade etmezdi.”
* * *
Kıssadan hisse: Kitapları hapsederek ulaşılamaz hale getirmeyi kültür cinayeti olarak görenlerdenim. Günümüzde de nadir kitapları ve belgeleri toplayıp koleksiyonlar oluşturan zengin koleksiyonerler var. Bunları bir kısmı, hem satın aldıkları kitapları hapsediyor hem de piyasayı haddinden fazla yükselterek bu kitaplara asıl ihtiyaç duyanları çaresiz bırakıyorlar.