Tarikatlar ve siyaset

Beşir Ayvazoğlu

Geçen pazar günü yayımlanan “Osmanlı’nın Paralel Yapıları” başlıklı yazımın bazı dostlarımı üzdüğünü öğrendim. Maksadım, Osmanlı dünya görüşünü şekillendiren, kültür ve estetiğinin oluşmasında son derece önemli bir rol oynayan tasavvufu ve tarikatları eleştirmek değildi. Bu iki kurumu geriye doğru tarihimizden söküp atmak mümkün olsaydı geriye ne kalırdı, bilmiyorum. Tarikatlar, aynı zamanda ikincil eğitim kurumları olarak faaliyet gösteren, müntesiplerine âdab ve erkân öğreten, rahatlıkla “sivil toplum kuruluşu” olarak ele alınabilecek kurumlardı.

Ne demek istediğimi kısaca şöyle açıklayabilirim: Bazen aşırı güçlenen tarikatlar, bu gücü kullanmak isteyenlerin iştahını kabartmış olabilir. Şeyh Bedreddin isyanından ağzı yanan Osmanlı Devleti, bu sebeple son derece müteyakkız davranarak devlete meydan okuyabilecek iktidar odaklarının ortaya çıkmasını önlemek için tedbirler almış, ancak bu tedbirleri -Vak’a-i Hayriye’den sonra Bektaşi tekkelerinin kapatılması dışında- hiçbir zaman topyekûn yasaklama noktasına varmamıştır. Bu önemli bir tarihî tecrübedir. Modern Türkiye bu tecrübeden istifade etmeliydi; edemediği için yer altına çekilen tarikatlar, bu kritik süreçte geleneklerini kaybedip büsbütün yozlaşarak günümüze ulaştılar ve problem kaynağı haline geldiler.

***

Sadece önemli bir iktisat ve kültür tarihçisi değil, Süheyl Ünver, Sabri Ülgener, Hasan Âli Yücel, Abdülbaki Gölpınarlı ve Raif Yelkenci hakkındaki eserleriyle aynı zamanda seçkin bir biyograf olduğunu ispat eden Ahmet Güner Sayar hocamız, iki gün önce telefon etti ve söz konusu yazıda Şeyh Bedreddin hakkında kullandığım “siyasî ihtirası sınır tanımayan” ifadesini doğru bulmadığını, isyanı büyük bir âlim, fakih ve mutasavvıf olan Bedreddin’in değil, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in başlattıklarını söyledi. Bu iki elebaşının Şeyh Bedreddin’in müritleri olduğu bilinen bir gerçektir. Son zamanlarda isyanın Bedreddin’in arzusuyla gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda tartışmaların bulunduğunu biliyorum. Aziz hocamız, bu konuda bir çalışma yapmakta olduğunu söyledi. Bu çalışmayı merakla beklediğimi bilmesini isterim.

Melamîlik meselesine özel bir ilgisi ve çalışmaları bulunan Ahmet Güner Sayar hocamız, bu konuda yazdıklarıma da itiraz etti. Aslında, Melamîlerin siyasî ajandaları olduğu görüşünün tartışmalı olduğunu belirterek Ahmet Yaşar Ocak’ın yaklaşımından söz etmiştim. Amacım da “kutup (gavs), kutbul’l-aktab” kavramlarının mahiyeti hakkında fikir vermekti. Çünkü son zamanlarda televizyonlarda konuşan bazı itirafçılar tarafından Pensilvanya’daki zatın kendini “kutbu’l-aktab” olarak gördüğünden söz ediliyor.

“Kutub” kavramının sadece Melamîliğe has olmadığını, tarikatların birçoğunda bu kavramın merkezî bir yer işgal ettiğini belirterek Diyanet Vakfı tarafından yayımlanan İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Melamiyye” maddesinden bir paragrafı okuyucularımla paylaşmak istiyorum:

***

“Son zamanlarda yapılan bazı çalışmalarda Bayramî Melamîlerinin kutub anlayışının temelini oluşturan vahdet-i vücud meselesi vahdet-i mevcud (panteizm) olarak yorumlanmış, kutub kavramı da manevi-metafizik bağlamından koparılıp dünyevî-siyasî alana taşınmış, böylece kutbu temsil eden ve tarikatın irşad makamında bulunan kutubların siyasî iktidara karşı mehdîci (mesiyanik) hareketlerin liderleri oldukları iddiasının fikrî zemini hazırlanmıştır. Ancak ‘Kıble- i hakiki ve Ka’be-i ma’nevî’ olduğuna inanılan kutbun ve Allah’tan başka her şeyi gönüllerinden çıkarmakla yükümlü olan Bayramî-Melamî dervişlerinin dünyevî iktidara yönelik girişimde bulunduklarını kabul etmek oldukça zordur. Öte yandan kutubların, mehdilik iddiasıyla siyasî iktidara karşı hareket başlattıkları veya başlatacakları gerekçesiyle değil, zındıklık ve ilhad suçlamasıyla idam edildikleri bilinmektedir. Böyle bir suçlamayı gerektirecek en önemli sebeplerden birinin, İsmail Ma’şuki ile ilgili şahitlerin ifadeleri dikkate alındığında özellikle vahdet-i vücud meselesinin cahil müridler tarafından yanlış anlaşılması ve mahiyetini iyi anlayamadıkları bu telakkileri tartışarak halk arasında kargaşa ve fitneye sebep olmalarıdır denilebilir.”

***

Bazı tarikatların siyasetle 19. yüzyılda daha fazla ilgilenmeye başladıklarını biliyoruz. Mesela Itrî, Şeyh Galib ve Dede Efendi gibi büyük sanatkârların yetiştiği feyizli bir ocak olan Yenikapı Mevlevihanesi, Osman Selahaddin Dede’nin meşihatinde Sultan Abdülaziz muhaliflerinin toplandıkları merkezlerden biri hâline gelmiş, hatta Abdülaziz’in hal’inde rol oynadığı iddia edilmiştir. Midhat ve Keçecizade Fuad Paşaların yakın dostları olan Osman Selahaddin Dede, bu yüzden Sultan II. Abdülhamid devrinde sürekli göz hapsindeydi ve Yenikapı Mevlevihanesi’nin faaliyetleri sıkı bir şekilde takip ediliyordu.

Vak’a-i Hayriye’den sonra tamamı kapatılsa da Nakşi kisvesi altında faaliyetlerine devam eden Bektaşi tekkeleri de, Tanzimat’tan sonra, daha liberal bir ortam sunduğu için, Sünniliğin katı kurallarından sıkılan, Avrupa’da alkollü içkilere alışmış serbest düşünüşlü alafranga aydınlara daha cazip gelmeye başlamıştı. Bektaşiliğin Jön Türk hareketine kolayca nüfuz edebilmesi bu niteliğiyle açıklanabilir. II. Abdülhamid’i devirerek daha liberal bir rejim kurulmasına sıcak baktıkları için Jön Türk hareketine destek vermiş, hatta Mason localarıyla ilişki içine girmişlerdi. Talat Paşa, Rıza Tevfik ve Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin hem Bektaşi, hem Mason oldukları biliniyor.

***

Aslında meşru zeminlerde hareket ediyorsa, hiçbir kurum siyasetle ilgilendiği için suçlandırılamaz. Tarikat ve cemaatlerin de siyasete ilgi duymaları normaldir. Ancak meşru kanalları kullanarak iktidara talip olmak yerine, FETÖ gibi gizli ve paralel bir devlet inşa etmeye kalkışan yapılara hiçbir devlet izin vermez.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.