Tarihimizin ‘En uzun on yılı’ ve İstiklal Marşı

Beşir Ayvazoğlu

İstiklâl Marşı, her görüşün ve her kesimin temsil edildiği son derece demokratik bir meclis olan Birinci Meclis tarafından oybirliğine yakın bir çoğunlukla kabul edilmiş benzersiz bir millî mutabakat metnidir. Dün, bu metnin Millî Marş kabul edilişinin 95. yıldönümüydü.

Meclis’te, 12 Mart 1921 tarihli oturumda yapılan görüşmeler sırasında, Besim Atalay ve Tunalı Hilmi Beylerin “ısmarlama” bir metin olduğu iddiasıyla itiraz ettikleri İstiklâl Marşı, ilk bakışta öyle görünse de, asla ısmarlama bir metin değildi.

***

Bana sorarsanız, İstiklâl Marşı, Mehmed Âkif’in 1912’den 1922’ye kadar devam eden zor yıllarda yazdıklarının özü, eskilerin tabiriyle “lübbü’l-lüb”üdür. Unutmamak gerekir ki, bu “en uzun on yıl”ımızda tarih sahnesinden silinmenin eşiğine gelmiştik ve birbiri ardınca yaşadığımız felaketler karşısında edebiyatımızın adeta dili tutulmuştu. Herkes susarken Âkif gür sesle isyan ediyor, gözyaşı döküyor, çaresizlik içinde çırpınıyordu. Ama her şeye rağmen “Âsım’ın nesli” dediği, on yıl boyunca cepheden cepheye koşarak kanla, ateşle boğuşan Türk gençliğinden ümidini kesmemişti. Onun, sonunda bu felaketlerin içinden zaferle çıkacağına inanıyor, neler olup bittiğini henüz tam anlayamamış kalabalıklara da “Âlemde ziya kalmasa halk etmelisin halk, /Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!” diye öfkeyle sesleniyordu.

***

Millî Marş yarışmasına gönderilen 724 şiir içinde millî marş olabilecek şiir değil, yürekleri hoplatacak tek mısra bile bulamayan Hamdullah Suphi Tanrıöver, edebiyatın içinden gelmiş bir Maarif Vekili olarak Millî Mücadele’nin ruhunu Âkif’ten başkasının ifade edemeyeceğini çok iyi biliyordu. 1915 yılında, Çanakkale’de yaşanan destanın ruhunu terennüm etsinler diye Arıburnu ve Seddülbahir cephelerinde on gün boyunca dolaştırılan -kendisinin de aralarında bulunduğu- şairlerden sadre şifa tek mısra bile çıkmamıştı. Bir ölüm kalım savaşı verilirken devrin edebiyatının bu kadar duyarsız kalmasını ve yazılan metinlerin ruhsuzluğunu anlamak zordur. O tarihte görevli olarak Berlin’de bulunan Âkif’in orada yazdığı “Berlin Hatıraları”nın son mısraları ise hem Çanakkale ruhunu eşsiz bir belâgatle ifade ediyor, hem de “… Korkma/ Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz!” mısralarıyla İstiklâl Marşı’nı müjdeliyordu.

***

Hamdullah Suphi’nin Âkif’e yazıp Hasan Basri Çantay eliyle ulaştırdığı 5 Şubat 1921 tarihli mektuptaki “Zât-ı üstâdânelerinin matlûb şiiri vücuda getirmeleri maksadın husûlü için son çare olarak kalmıştır” cümlesi, bu şiiri ondan başkasının asla yazamayacağına kesin olarak inandığını gösterir. Ayrıca, Türk Ocakları’nın önderliğini yapmış bir Türk milliyetçisinin Mehmet Âkif gibi yakın zamanlara kadar İslâm birliğini savunmuş bir şairden Millî Marş yazmasını istemesi son derece anlamlı bir jestti. Yeni Türkiye hep birlikte inşa edilecekti. Millî Mücadele’yi yürüten Birinci Meclis’in yapısı da bu ideale çok uygundu.

Ne yazık ki yollar çok çabuk ayrıldı. İstiklâl Marşı’nı, kabul edildiği gün büyük bir heyecan içinde ayakta dinleyenlerden bazıları bu marşı daha sonra nedense beğenmemeye başladılar. Millî Marş yarışmasına devrin tanınmış şairlerinden hiçbirinin iltifat etmemiş olması ayrıca tahlil edilmesi gereken bir husustur. O günlerde bu şairlerin nerelerde oldukları, neler yaptıkları ve neler yazdıklarının heyecan verici bir çalışma konusu olduğunu kaydederek geçiyorum.

***

İstiklâl Marşı, hiç şüphesiz, değiştirilmesi düşünülemeyecek bir değerdir ve onun gibi asla değiştirilemeyecek bir sembol olan bayrağımız “şafaklar gibi dalgalanmaya” devam ettikçe terennüm edilecektir.

Mehmed Âkif’in kartviziti: “Mehmed Âkif – Sebilürreşad Başmuharriri”

Mehmed Âkif’in Mısır’da çekilmiş bir fotoğraf.

La Marseilllaise

Garp Cephesi Kurmay Başkanı Miralay İsmet (İnönü) Bey, 1920 yılının sonlarında, o tarihte Maarif Vekili olan Dr. Rıza Nur’a askeri coşturacak bir Millî Marş ihtiyacından söz ederken Fransızların Millî Marş’ı Marseyez’i (La Marseilllaise) örnek olarak göstermişti.

Fransız İhtilâli’nden sonra bugünkü anlamını kazanan vatan ve vatanseverlik (patrie, patriotisme) kavramlarını bizde ilk defa yerli yerinde kullanan Nâmık Kemal’dir. Vatan fikrinin ve vatanseverlik duygularının güçlü bir şekilde işlendiği Marseyez, İstanbul’da 1793 yılından beri çalınıp söyleniyor ve Fransızca bilen Osmanlılar bu şarkının sözlerinden etkileniyorlardı. Uzun süre bütünüyle tercüme edilemeyen bu “millî neşide”nin askeri savaşmaya teşvik eden ilk kıtası ilk defa 1869 yılında Nâmık Kemal tarafından Türkçeye şöyle çevrildi:

***

Ey ehl-i vatan gel gidelim şan günüdür bu

Zulm açtı yine karşımızda kanlı alemler

Evladımızı ehlimizi kırdaki ordu

Aguş-ı vefamızda tutup boğmağa kükrer

Saf bağlayın artık sarılın siz de silaha

Reyyan edelim irsimizi hûn-ı mübaha

***

Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre isimli piyesindeki “İşte adû karşıda, hâzır silâh/Arş yiğitler vatan imdadına” diye başlayan murabba da bu mısralardan ilhamla yazılmıştı. Ebüzziya Tevfik, Marseyez’i çok seven ve tamamını ezbere bilen Nâmık Kemal’in bazan coşarak bu şarkıyı yazan Rouget de Lisle’i kıskandıracak bir eda ve azametli bir sesle okuduğunu anlatır.

***

İlgi çekici olan, Marseyez’in tam olarak ilk defa çeviren kişinin, Mehmed Âkif’ten Millî Marşımızı yazmasını isteyen Hamdullah Suphi’nin ağabeyi Ayetullah Bey olmasıdır. Tanzimat devrinin ünlü Maarif Nazırlarından Abdüllatif Suphi Paşa’nın yirmi iki çocuğunun sonuncusu olan Hamdullah Suphi’yle Jön Türklerin önemli isimlerinden olan ağabeyi Ayetullah Bey arasında yaş değil, çağ farkı vardı. Biri ilk çocuktu, diğeri tekne kazıntısı...

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.