Rahmetli Turgut Cansever’le tanıştıktan sonraki ziyaretlerimden birinde söz dönüp dolaşıp Sultanahmet Camii’ne gelince, “Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu camiin sanat galerisi yapılmak istendiğinde dair bir şeyler okumuştum, fakat nerede okuduğumu hatırlamıyorum,” demişti.
Aradan epeyi zaman geçti. Bir gün bir kitabı ararken kütüphanemin kuytu bir köşesinde, fi tarihinde bir sahaftan satın alıp unuttuğum Filarmoni dergisinin sayıları gözüme ilişti. Gelişigüzel karıştırırken 112. sayıda 11 Kasım 1963 tarihli Cumhuriyet gazetesinden iktibas edilmiş “Atatürk’ten Anılar” başlığını taşıyan bir yazı gördüm. Cemal Reşit Rasim diye de bir imza... Yazıyı okuyunca “Hah, işte buldum!” dediğimi hatırlıyorum. Ama Cemal Reşit Rasim ismini hiç duymamıştım. Bu, olsa olsa Cemal Reşit Rey’dir diye düşündüm, ama teyid etmeliydim. Araştırdım, tahminim doğruydu; adamlar imzayı yanlış naklettikleri gibi yazının başlığını da değiştirmişlerdi. “Atatürk müzisyen değildi; müzikte fazla bilgisi olduğunu zannetmiyorum,” cümlesiyle başlayan bu yazının gazetedeki başlığı “Atatürk ve Müzik”ti.
Cansever Hoca’nın Sultanahmet Camii’nin galeri yapılmak istendiğine dair yazıyı Cumhuriyet’te okuduğu anlaşılıyordu. 1990’ların başıydı. Hemen oturup “Sultanahmet Camii Nasıl Kurtuldu?” başlıklı bir yazı kaleme almış, bu yazıyı daha sonra bir kitabımda değerlendirmiştim. Değerli bir kompozitör olan ve bugün ismi bir konser salonunda yaşatılan Cemal Reşit Rey, “musiki inkılâbı”yla ilgili hatıralarını anlattıktan sonra şunları yazıyordu:
“1926 Ağustos’unda Maarif Vekili Necati Bey, bir Sanayi-i Nefise Encümeni toplamıştı. Bu encümene beni de davet etti. İşte o encümende alınan kararla mekteplerden alaturka musiki tedrisatı kaldırıldı. Böyle isabetli kararların yanında fazla cüretkâranelerinin de alınmasına ramak kaldığına şahit oldum. Bu encümenimizin reisi rahmetli Namık İsmail ile rahmetli Çallı İbrahim, Necati Bey’e bir dilekçe sundular. Bu dilekçede ressamların eserlerini teşhir edecek bir galeriden mahrum bulunduğu belirtiliyor ve hükümetten bu iş için bir mahal isteniyordu. İstenilen mahal neydi biliyor musunuz? Sultanahmet Camii... Ancak ilâve ediliyordu ki, camide yukarıdan gelen ışığın az oluşu resimlerin iyi şerâit altında teşhirine mâni idi. Bunun için kubbede delik açılması teklif edilmişti. Necati Bey muvafakatini vermek üzere iken, rahmetli Mimar Kemaleddin Bey’in pür-hiddet yerinden kalkarak söylediği sözlerden sonra bu karardan vazgeçildi. Sanat inkılâplarında isabetli kararların alınmasının ne kadar zor olduğunu o gün unutulmaz şekilde anladım.”
* * *
Sultanahmet Camii’nin sanat galerisi haline getirilmiş, üstelik Namık İsmail ve Çallı İbrahim’in “nü”leri daha iyi görünsün diye kubbesinde kocaman bir delik açılmış olduğunu düşünün! Hadi birinci teklifi anlayışla karşılayalım; adamlar inançsızdır, mabetlerin lüzumuna inanmamaktadırlar, onların mabetleri sanat galerileri, konser salonları vs.dir, diyelim. Peki, iki sanatçı, Sultanahmet Camii gibi bir sanat eserinin kubbesinde delik açılmasını nasıl isteyebilmişlerdir? Kendileri tablolarından herhangi birine herhangi birinin müdahale etmesine razı olurlar mıydı?
Günümüzde hiçbir sanatçının -dinî inançlara sahip olsun olmasın- böyle bir uygulamayı tasvip edeceğine ihtimal vermiyorum.
Sanayi-i Nefise Encümeni’nde Mimar Kemaleddin Bey olmasaydı yahut Kemaleddin Bey de Namık İsmail ve Çallı İbrahim gibi düşünüyor olsaydı ve Sultanahmet Camii kubbesinden delikler açılıp sanat galerisine dönüştürülseydi ne olurdu? Bunu tahmin etmek zor değil! Toplumun bir kesimi, 1950 yılından başlayarak -50’den önce ses çıkarmak her babayiğidin kârı değildi- her gün değilse üç beş günde bir “Kubbedeki delikler kapatılsın, Sultanahmet ibadete açılsın!” diye haykırıyor olurdu. Ve her haykırışta laiklik elden gider, ülke karanlığa gömülürdü! Hatta belki de Yunanlılar “Aslında Sultanahmet Osmanlı değil, Bizans eseridir! Hain Osmanlılar, Ayasofya gibi onu da cami yaptılar!” iddiasında bulunur, bizim ilericilerle birlikte, ibadete açılmasını isteyen gericilere savaş açarlardı. Alın size hiç yoktan bir kavga...
Ayasofya’nın önce Amerikalı Thomas Whittemore’a emanet edilmesi, daha sonra müzeye dönüştürülmesi Sanayi-i Nefise Encümeni gibi bir komisyonda tartışılarak alınmış bir karar değil, bir oldubittidir. Tartışılmış olsaydı, belki Kemaleddin Bey gibi aklıselim sahibi bir üyenin itirazı dikkate alınır, yıllarca içten içe kanadıktan sonra 1950’lerde açılıp sürekli kaşınan yarayla uğraşıyor olmazdık.
* * *
Bazan kendime “Acaba Mimar Kemaleddin Bey’in Sultanahmet Camii’ni galeriyle dönüştürme projesine engel olduğu için mi Ankara istiskale uğradı?” diye sormadan edemiyorum. Bu suali niçin sorduğuma gelince:
Maarif Vekâleti, 1927 yılında modern okul yapımı için danışman mimar olarak Avusturya asıllı İsviçreli mimar Ernst A. Egli’yi davet eder. Ankara’ya “bir modern mimari peygamberi edasıyla” gelen Egli’ye yaptırılan ilk iş, o tarihte Gazi Terbiye Enstitüsü binasını tamamlamaya çalışan Mimar Kemaleddin Bey’i hırpalatmak olur. Sedat Çetintaş’ın ifadesiyle, “sanat ve teknik bahsinde Kemaleddin’e ulaşamayacak durumda” olan Egli, Gazi Terbiye projesine eleştiriler yağdırmaya başlar.
Kendi değerlerini küçümseyen ve öteden beri yabancı uzmanlara düşkün olan bürokrasi, Egli’nin eleştirilerini benimseyecek ve Kemaleddin Bey’i projede onun teklifleri doğrultusunda tadilata zorlayacaktır. Kemaleddin Bey’in önünde iki yol vardır: Ya bırakıp gitmek yahut projesini Egli’nin teklif ettiği yönde tadil ederek tamamlamak... Eserini, büsbütün Egli’ye bırakmak istemeyen Kemaleddin Bey ikinci yolu tercih eder.
Egli’nin muhtemelen kendine yer açmak amacıyla yönelttiği haksız eleştiriler yüzünden çok üzülen Kemaleddin Bey’in acı acı gözyaşı döktüğü söylenir. Aynı yıl beyin kanaması geçirerek hayata veda etmesi de belki yaşadığı bu derin üzüntünün bir neticesiydi.
CHP Milletvekili İbrahim Kaboğlu’nun “Hatta Sultanahmet Camii de müze yapılmalıdır!” dediğini duyunca işte bunları hatırladım.