TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen “Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi Sempozyumu” çerçevesinde iki de sergi açıldı. Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu’nda “Sultan II. Abdülhamid ve Döneminden İzler”, Cemal Reşit Rey Konser Salonu fuayesinde de “Yıldız Arşivlerinden Sultan II. Abdülhamid Han ve Dönemi Fotoğraf Sergisi”... Sultan Abdülhamid’in günlük hayatına, zevklerine, ilgi alanlarına ışık tutan bu önemli sergileri, özellikle Muayede Salonu’ndaki 225 tarihi objenin yer aldığı sergiyi İstanbul’da oturan okuyucularıma özellikle tavsiye ederim; çünkü böyle bir imkânı bir daha bulamayabilirler.
***
Abdülhamid’in marangozluğa, resim, fotoğraf ve çini sanatlarına duyduğu büyük ilgiyi çok iyi yansıtan bu sergilerde musikiyle ilişkisini yansıtan herhangi bir obje ilişmedi gözüme. Şehzadeliğinde kardeşi V. Murad’la birlikte, Saray’da görev yapan iki İtalyan’dan, Callisto Guatelli (Guatelli Paşa) ile Augusto Lombardi’den (Miralay Lombardi Bey) musiki dersleri alan Abdülhamid, eskilerin daha çok “alaturka” dedikleri Türk musikisini sevmezdi.
Dolmabahçe Sarayı'ndaki 'Sultan II. Abdülhamid ve Döneminden İzler' sergisinden bir görüntü
V. Murad’ın Batı musikisinde beste yapacak derecede ilerlediği biliniyor; Abdülhamid ise öyle anlaşılıyor ki, sadece musiki zevki edinmiş ve iyi bir dinleyici olarak yetişmiş. Musikide tercihinin Batı’dan yana olduğu, çocuklarının Batı musikisi eğitimi almaları için özel bir gayret göstermiş olmasından da anlaşılıyor. Ayşe Sultan, hatıratında, babasının şehzadelerine Avrupa’dan piyano getirttiğini, Saray’a İtalyan ve Fransız musiki hocaları aldığını, bunlardan biri olan Alexandre Efendi’nin kendisine hoca tayin edildiğini söyler. Şu cümleleri dikkat çekicidir:
“Huzurunda piyano çaldırır, dinler, yanlışlarımızı düzeltir, tempolara dikkat eder, ‘Böyle çalınmaz, tekrar ediniz,’ derdi. Alafranga musikiyi alaturkaya tercih eder di. ‘Alaturka güzeldir ama daima gam verir. Alafranga değişiktir. Neşe verir. Piyanoda alaturka dinlenmez. Kendine mahsus alaturka sazlarla çalınmalıdır,’ derdi.”
Ziya Şakir de Son Posta gazetesinde 1931 yılında yayımlanan “Abdülhamid’in Son Günleri” başlıklı tefrikasında, onun şu sözlerini nakletmiştir: “Alaturka dediğiniz makamlar Türklere ait değildir. Yunanlardan, Acemlerden, Araplardan alınmıştır.”
Bu görüşlerin, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları’nda dile getirdiği görüşlere benzediği eminim dikkatinizden kaçmamıştır.
***
Bu bilgileri edindikten sonra siz olsanız, “Acaba Sultan Abdülhamid, Türk musikisinin o devirde tanınmış isimlerine hiç ilgi göstermemiş mi?” diye sormaz mısınız? Mesela Hacı Ârif Bey...
Abdülhamid, tahta çıktığı tarihte Zincirlikuyu’da münzevi hayatı yaşayan Hacı Ârif Bey’i Muzıka-yı Hümayun’a almak mecburiyetinde kaldı, çünkü İran elçisi Muhsin Han, onu Tahran Sarayı’na davet etmişti. Abdülhamid, babası Abdülmecid ve amcası Abdülaziz dönemlerinde Saray’da cariyelerle aşk maceraları yaşamış, üstelik huzurlarında eserlerini icra ettiği hanedan kadınlarını yakından tanımış birinin yabancı bir devletin hizmetine girmesine izin veremezdi. Bu sebeple onun Muzıka-yı Hümayun’a düşük bir rütbeyle devam etmesini emretti.
Hacı Ârif Bey, bu aşağılamanın intikamını, bir gün yeni şarkılarını dinlemek isteyen padişahın huzuruna hastalık bahanesiyle çıkmayarak almak istemiş, derhal gelmesi için irade tekrarlanınca, “Sanatta irade-i hümayun olmaz!” diyerek daveti reddetmişti. Hatta küçük bir şehzadeyken kucağında gezdirdiği padişahın bir keresinde üstünü ıslattığını söyleyen Ârif Bey, bu yüzden Muzıka-yı Hümayun’daki odasında süresiz olarak hapsedildi.
Elli gün boyunca odasından çıkamayan Ârif Bey, Nihavend makamından bir şarkı besteleyerek Rifat Bey’den padişaha okumasını rica etmiş, bunun üzerine affedilerek miralay rütbesine yükseltilmişti.
***
Abdülhamid döneminde şöhretinin zirvesine ulaşmış sanatkârlardan biri de Tanburi Cemil Bey’di. Mesut Cemil, babasının hayatını anlattığı eserinde, Cemil’in şöhretinin saraya aksedecek derecede arttığı yıllarda, otuz üç yıllık saltanat devrinin yarısını idrak etmiş olan padişahın onu hiç arayıp sormadığını söyler.
Çağdaşı bütün aydınlar gibi Abdülhamid’den nefret eden Mesut Cemil, daha sonra musiki meraklısı şehzadelerin, sultanların, saray damatlarının ve Cemil hayranı devlet adamlarının -onun “kurbüssultan” (padişah yakınında) olma kâbusunu ve bir irade ile Muzıka-i Hümayun’a alınmaktan ne kadar korktuğunu bildikleri için- Saray’dan âdeta sakladıklarını anlatmıştır.
Ancak Cemil padişahın dikkatinden sonuna kadar kaçırılamamış olmalı ki, bir gün Sineklibakkal’daki evinin kapısına bir hünkâr çavuşu dayanır. Ama Cemil evde yoktur ve nerede olduğunu kimse bilmemektedir. Uzun aramalar sonunda bir dostunun evinde bulunup Saray’a götürülerek padişahın huzuruna çıkarılan Cemil korkudan bayılacak haldedir. Hâlbuki padişahın Cemil Bey’den tanbur ve kemençe dinlemek dışında istediği bir şey yoktur.
Huzurda iki saat kadar kalan Cemil, bir paravananın arkasında oturan padişaha önce kemençe ile Marş-ı Sultanî’yi, daha sonra tanburla kendisinin bravour parçası olan o nefis Tahirbuselik Peşrevi’ni çalmış; tanbur ve yaylı tanburla taksimler yapmış fakat bilhassa yaylı tanburla taksimi esnasında kulağına “teessür-i şahaneyi mucip olduğu” fısıldandığı için taksimi toparlayıp kesmek zorunda kalmış.
Cemil Bey, kemençesine “Fatma Hanım!” dedirterek, ninni söyleterek, bekçiyi ‘Yangın var!’ diye bağırtıp itfaiye borularını taklit ederek resitalini bitirdikten sonra yüklüce bir ihsanla evine bırakılmış.
***
Mesut Cemil, babasının huzura çağrılmasını ve daha sonra cereyan edenleri, Abdülhamid’i ne kadar mümkünse o kadar küçülterek anlatır ve bizi onun musikiden aslında hiç anlamadığına inandırmaya çalışır. Bu, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra “mahlu” padişah hakkında genel yaklaşımdır.
Az kalsın unutuyordum; Cemil Bey, hiç sevmediği, hatta amcası Refik Bey’i zehirleterek öldürttüğüne inandığı Abdülhamid’in ihsanıyla evinin bahçesine kendisi için özel bir oda yaptırmış ve orada çalışmaya, dostlarını orada ağırlama başlamıştı.