Süleyman Demirel, siyaset sahnesine, benim de mensup olduğum neslin memlekette olup bitenleri az çok anlamaya başladığı yıllarda çıktı. O yıllardan 2000’lere kadar Demirel’siz tek günümüz geçmemiştir. Şartlar ne olursa olsun, onsuz hiçbir siyasi denklemin kurulamadığı, büyük bir kısmı çalkantılarla geçen bir kırk yıldan söz ediyorum.
Süleyman Bey’in liderliğini üstlendiği partilere hiç oy vermedim; ama kendisine farklı bir çehreyle karşımıza çıktığı 28 Şubat günlerine kadar hiç eksilmeyen bir sempatim vardı. Fıkra anlatışını, hazırcevaplığını ve nüktedanlığını çok severdim. 17 Haziran sabahından beri ekranlarda görüşlerini anlatan hemen herkesin onun bu yönüne işaret etmesi aslında siyaset dünyamızdaki ciddi bir eksikliğe de işaret ediyor. Şakasız, nüktesiz, mizahsız, bu yüzden bırakın şöyle keyifle gülmeyi, yüzlerin tebessüme bile hasret kaldığı siyaset dünyamızda, Selahattin Demirtaş’ın esprili bir politikacı zannedilmesi beni hiç şaşırtmıyor.
1990’larda da siyasî gerginlik bugünlerde olduğu gibi zirvedeydi ve yüzlerden düşen bin parçaydı. Bu durum canımı çok sıktığı için kaleme aldığım “Hümor Hissi ve Nükte” başlıklı yazıda Süleyman Bey’in aktif siyasetin içindeyken mesajlarını topluma zaman zaman güzel fıkralar anlatarak ilettiğinden söz etmiş ve şu hükme varmıştım: “Sayın Demirel, Cumhurbaşkanı olduktan sonra galiba devletin mehabetine gölge düşürmemek için bildiği bütün fıkraları unuttu.” Üstelik Meclis’te Türkçeyi yetkin bir şekilde konuşabilen, konuşmalarını nüktelerle bezeyip fıkralar anlatabilen milletvekili yok denecek kadar azdı. Hâlbuki yerinde bir nükte yahut uygun zamanda güzel anlatılmış bir fıkra, ânında gerilimi düşürüp havayı yumuşatabilir. Aynı zamanda bir demagoji üstadı olan Süleyman Bey’in zor durumlardan zekice nüktelerle sıyrıldığı çok olmuştu.
Nejat Muallimoğlu’nun ‘Politikada Nükte’ (1976) isimli güzel bir kitabı vardır; nükteleriyle meşhur Amerikalı ve Avrupalı politikacıları anlatan değerli yazar, bizden de sadece Ömer Faiz Efendi’yle Keçecizâde Fuad Paşa’dan söz eder. Elbette tarihimizde nüktedan, hümor hissine sahip devlet adamı ve politikacılar bu iki kişiden ibaret değildi. Abdülaziz Mecdi Tolun, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda hazırcevaplığı, nükteleri ve hicivlerinden dolayı hem sevilen, hem ürkülen mebuslardan Babanzâde İsmail Hakkı Bey’in bir nükteyle kendisini nasıl perişan ettiğini şöyle anlatır:
“Meclis’in toplandığı bir gün, arkadaşlar ‘Biraz Hakkı Bey’i kızdır Allah aşkına!’ ısrarıyla etrafımı sardılar. Mazbata kâtiplerinden olduğum için Reis yoklamayı benim yapmaklığımı söyleyince isimleri okumaya başladım. Sıra Babanzâde İsmail Hakkı Bey’e geldiği zaman güya ‘Babanzâde’ kelimesini seçememiş gibi gözlüklerimi takıp heceledim: ‘Yabanzâde...’ Henüz ismi tamamlamadan Hakkı Bey yerinden seslendi: ‘Babandır o!”
Yeri gelmişken bir de hazırcevaplığıyla meşhur Disraeli’nin ünlü rakibi Gladstona hakkındaki bir nüktesini nakletmek isterim. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Birleşik Krallık’ta birkaç defa başbakanlık yapan bu yaman politikacıya bir gün talihsizlikle felâket arasındaki farkı sorarlar. Der ki: ‘Eğer Gladstone Thames nehrine düşerse o bir talihsizlik olur. Ve şayet biri onu kolundan çekip kurtarırsa, o bir felâket olur.”
Muallimoğlu, asık suratlı bir millet olduğumuzu, bunun kaçınılmaz bir biçimde politikaya da yansıdığını düşünüyordu. Ben aynı kanaatte değilim. Siyaset sahnesindeki asık suratlılık, biraz da devlet anlayışımızın bir yansımasıdır. Abdülhak Şinasi Hisar’ın kitaplarından birinde okumuştum: Bir Osmanlı valisi, mektupçusuyla birlikte çıktığı uzun bir teftiş seyahatinden dönmüş, evine girdikten sonra daha merdivenin başında makaraları koyuvermiş. Mektupçu çok şaşırdığı bu kahkahaların sebebini sorunca demiş ki: “Hatırlar mısın, hani bir yerde arabayla geçerken görmüştük; bir köylü azgın boğadan badi badi koşarak nasıl kaçıyordu!” Mektupçu, “Aman efendim, demiş, bu hadisenin üzerinden yirmi gün geçti.” Valinin cevabı şu: “Gülmemek için kendimi zor tutmuştum. Eğer o zaman kahkahalarla gülseydim mehabet-i devlet ne olurdu?”
Yukarıda sözünü ettiğim “Hümor Hissi ve Nükte” başlıklı yazım, 1998 Ocağının başlarında yayımlanmıştı. Üç ay kadar sonra Süleyman Demirel bir kuzu fıkrası anlattı, arkasından bir daha... Koalisyon hükümetlerinin kurulup yıkıldığı o günlerde basında çok konuşulan ilk kuzu fıkrası şöyleydi: Profesörün biri, aslanla kuzunun bir arada yaşayabileceğini ispat etmeye çalışıyormuş. Bir gün profesöre, “Deney nasıl gidiyor?” diye sormuşlar. Profesör, “İyi gitmesine iyi gidiyor da,” demiş, “arada bir kafese yeni bir kuzu koymak gerekiyor.”
Süleyman Bey’in bu fıkrasının ardından herkesin meramını fıkralarla anlatmaya başladığını hatırlıyorum. Yalnız şunu unutmamakta fayda vardır: Nükte yerinde yapıldığı, fıkra en uygun zamanda anlatıldığı, ironi ustaca kotarıldığı takdirde işe yarar. Sürekli nükte yapmaya çalışarak insanları güldürmekten ziyade bıktıran adamlara “espri budalası” denir. Shakespeare’in bir sözü var: “Nükte saatini kuruyor; gong, zamanı gelince vuracak.”
Cyrano de Bergerac’taki şu mısralara da dikkatinizi çekmek isterim: “Fakat erkekçe ölmek, titremeden, solmadan/ Kanlı dudaklarında nükte eksik olmadan!”
Süleyman Bey’in son sözünü doğrusu çok merak ediyorum: Bir nükte olabilir mi?
Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.
NOT: Cenab- Hak’tan mübarek Ramazan’ın bütün İslam dünyasına barış ve huzur getirmesini niyaz ediyorum.