Geçen ayın sonunda kaybettiğimiz Prof. Dr. Semavi Eyice, büyük bir sanat tarihçisi ve İstanbul’un canlı hafızasıydı. Ona sorup da cevabını alamadığım hiçbir sual olmadı. Görme hassasını hatalı bir lazer tedavisi sonunda büyük ölçüde kaybetmiş olmasına rağmen yeni yayınları izler ve okutarak hafızasına mal ederdi. Derin Tarih dergisinde de yazmaya devam ediyordu. Geçenlerde Mustafa Armağan’a hocanın yazılarını nasıl yazdığını sordum. Meğerse o anlatıyor, kayda alınan konuşmaları çözülüp metin haline getiriliyor, kendisine okunup tashih edildikten sonra yayımlanıyormuş.
Semavi Bey’e son yıllarında İSAM bir yuva olmuştu; bir odası ve çok çalışkan bir yardımcısı vardı. Sema Doğan Hanım, onun eli ayağı, gözü kulağı olmuştu ve hocanın bütün kitap ve makalelerini titizlikle topluyordu. Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanmış olanlar aynı kurum tarafından büyük boy ve yaklaşık 1050 sayfalık sayfalık bir cilt halinde yayımlandı: Semavi Eyice Külliyatı I (2015) Türk tarihi, kültürü ve İstanbul’la ilgilenen herkesin elinin altında bulunması gereken bu derlemenin devam da gelecek sanıyorum. Semavi Eyice Kaynakçası (2009) ve Semavi Eyice ile İstanbul’a Dair (2013) isimli çalışmalar da Sema Doğan imzasını taşıyor.
Zaman zaman hocanın İSAM’daki odasına uğrar, soracaklarımı sorardım. İBB Kültür A.Ş. tarafından yayımlanan, editörlüğünü Coşkun Yılmaz’ın yaptığı on ciltlik Büyük Osmanlı Tarihi’nin onuncu cildindeki uzun röportajı orada yaptım. Doğrusu Semavi Bey’le röportaj yapmak çok zor bir işti; çünkü pırıl pırıl bir hafızası vardı, çocukluğundan itibaren yaşadığı ve öğrendiği hiçbir şeyi unutmamıştı. Olaylar, kişiler, mekânlar, tarihler... Anlatmaya başladığı zaman bütün hafızası devreye giriyor, galiba aynı zamanda konuşup bildiklerini birilerine aktarma ihtiyacı hissettiği için anlatıyor, anlatıyordu. Sözünü kesemez, araya giremezdiniz.
Semavi Bey’in renkli hayatı, eserleri ve mücadelesi üzerine vefatı vesilesiyle çok şey yazıldı. Ben sadece aziz hocamızın tahrip edilen kültür mirasımız ve yok edilen hafızamızdan söz ederken içinin nasıl yandığını, son zamanlarda özellikle bu mesele üzerinde konuşup yazdığını hatırlatmak istiyorum. İzin verirseniz, sözünü ettiğim röportajımda Ayasofya’daki Sultan Abdülmecid tuğrasının başına gelenlere dair anlattıklarını -aralardaki soruları atarak- iktibas etmek istiyorum:
***
“Ben böyle bir tuğranın varlığını Fossati’nin İsviçre’deki arşivini incelerken öğrenmiştim. Çünkü Sultan Abdülmecid çok merak ediyor bu Ayasofya’daki restorasyonu, devamlı gidiyor, geliyor. Mozaikleri görüyor, kim bunlar diyor. ‘İşte İstanbul’u yapan Konstantin, Ayasofya’yı yapan Jüstinyanus...’ filan deyince ‘Ah keşke diyor Ayasofya’yı bu kadar esaslı restore ettiren benim de bir resmim konsa buraya!’ diyor. Fakat o devirde bu mümkün değil tabii. ‘Madem padişahın böyle bir arzusu var’ diyor Fossati, dökülmüş olan mozaik tanelerini toplatıyor, İtalya’dan da bir mozaik ustası getirmiş, Lanzoni adında bir adam, ona bir tane yuvarlak, mermer bir tuğra işletiyor.
Zemini altın, fakat Bizans mozaikleri bunlar. Altından toplanan taneler yani. Ortasında da Sultan Abdülmecid’in tuğrası... Nereye koydu bunu, bilmiyoruz. Hazırlattığını söylüyor. Kendi notlarında var bu. Arşivinde ben buldum bunu. ‘Böyle böyle bir tuğra yaptırdım’ diyor adam. Fakat tuğra yok ortada. Kimse görmüş de değil. Ayasofya’nın müdürleri devamlı hareket hâlinde. Değişiyor, geliyor filan. Benim çocukluktan beri arkadaşım olan Sabahattin adında biri vardı, Sabahattin Batur (...) Ecevit zamanında Ayasofya’ya müdür oldu. Çocukluğumuz falan beraber geçti Amasra’da. Birgün Ayasofya’ya gittim. Makamında oturduktan sonra, ‘Gel, seninle depoya inelim, aşağıya!’ dedi. Depo olarak kullanılan büyük mekânlar var. Birine girdik, ooo, neler yok. Yığın hâlinde. Kullanmamış, değerlendirmemişler; kırılmış, dökülmüş. Envanteri yok doğru dürüst. Fakat yerde yuvarlak bir mermer dikkatimi çekti. Masa gibi. Baktım üzerinde siyah mürekkeple yazılmış Lanzoni filan diye bir imza. Aklıma geldi tabii. Arşivden biliyorum onu ben, vaktiyle İsviçre’de tetkik ettiğim arşivden. Hademelere, çevirin şunu tersine dedik. Bir baktım, tuğra... ‘Yahu’ dedim, ‘bunu buraya ne diye atıyorsunuz? Koyun yerine, orada dursun!’ Hangi müdüre söylediysem ‘O problem işte efendim, koyamayız!’ filan diyorlar. Her müdüre söylüyorum. Hiçbiri yapamadı. Sonra benim öğrencilerden biri müdür olduydu. Ona da söyledim. ‘Hocam, ben yaparım o işi!’ dedi. Üç günde o levha oradan alındı, Ayasofya’ya getirildi. Güzel, âlâ... ‘Hocam, nereye koyalım bunu?’ dedi, “Kapının yanına koyun. Altına da ‘Fossati tarafından Abdülmecid’in emriyle Ayasofya restore edildiğinde İtalyan sanatkâr Lanzoni tarafından yapılmış olan mozaik tuğrası’ yazın.” Bunu da Türkçe-İngilizce olarak yazdık. Altına konuldu. Birkaç sene Ayasofya’ya uğramadım ben. Bir kadın oraya müdür oldu, Jale adında. Çağırdı beni, işte size danışacağım şeyler var filan. Gittim, bir baktım, tuğra yok. Kalkmış tuğra. ‘Tuğra nerde Jale Hanım?’ dedim, Burada bir tuğra olması lazım. Duvarda, çakılmış vaziyetteydi. ‘Valla benim haberim yok!’ dedi. Kaldırılmış, yok! Aradık, bir depoda bulundu fakat Jale Hanım cesaret edemedi yerine çaktırmaya, oraya bir camekân yaptırdı, onun içine yatırdı onu. Sonra Jale gitti, tuğra gene kayboldu ortalıktan. En son baktım, Haluk Dursun oraya müdür oldu (...) Eski yerini söyledim. Aynı yere çaktırmış, altına yazıyı da koymuş. Ben bir Yıllık çıkarıyorum dedi. Ama Haluk oradan ayrıldı. O gizli kuvvet, sancakları kaldırtan, kılıcı kaldırtan...”
Tam burada hocaya “Yine mi kaldırttılar yoksa hocam?” diye sormuştum, “Hayır, ama kaldırtabilirler,” demişti, “Çünkü Kariye Camii’nin minberini de kaldırttı o kuvvet.”
Sultan Abdülmecid’in tuğrası şimdi yerli yerinde!
Bu vesileyle aziz hocamıza Allah’tan rahmet, yakınlarına, dostlarına ve bütün milletimize başsağlığı diliyorum.