Çocukluğumda Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarını okurken heyecandan heyecana koşardım. Sadece Abdullah Ziya mı? Oğuz Özdeş, M. Turhan Tan, Feridun Fazıl Tülbentçi, Bekir Büyükarkın... Özellikle Feridun Fazıl’ın Osmanoğulları, İstanbul’un Fethi, Yavuz Sultan Selim Ağlıyor ve Kanuni Sultan Süleyman gibi romanlarını geceleri babamdan azar işitinceye kadar elimden bırakamazdım.
Reşat Ekrem Koçu’nu lise yıllarında keşfettim. Merhumun okuduğum ilk yazıları, 1960’ların sonlarında Tercüman gazetesinde yayımlanan tarih sohbetleri ve aylarca tefrika edilen Evliya Çelebi Seyahatnamesi özetiydi. Sabiha Bozcalı’nın nefis resimleriyle bezeli Evliya Çelebi özetinin tamamını kesip ciltlemiştim; kütüphanemde hâlâ muhafaza ediyor ve zaman zaman okuyorum. Sonra Forsa Halil, Dağ Padişahları, Erkek Kızlar, Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, Haydut Aşkları... Yıllar sonra bu harika kitapların yeni baskıları yapıldı; ama eminim, hiçbiri yabancı yazarların kendi fantezilerini giydirdikleri Safiye Sultan gibi roman müsveddelerinin onda biri kadar bile satılmamıştır.
Tarihî romanlar 1980’lerden sonra uzun süre kitapçı vitrinlerini terk etmişti. Çocuklarımızı tarihten nefret ettiren, sevimsiz ders kitapları mıydı, Yeşilçam’ın tek başına bir orduyu tarumar eden Cüneyt Arkınlı uyduruk filmleri miydi, bilmiyorum. Belki de televizyonun etkisidir. Kemal Tahir, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar, Reha Çamuroğlu, İskender Pala ve Mehmet Niyazi gibi bazı önemli yazarlar tarihî romanlar yazdılar yazmasına, ama onların yazdıklarını ayrı bir kategoride ele almak gerekir. Ben, tarihin ve maceranın büyüsüne kapılarak kitapların dünyasına girebilecek profesyonel okuyucu adaylarına hitap eden romanlardan söz ediyorum.
***
Son yıllarda tarihe duyulan ilginin yükselişe geçtiğini siz de fark etmiş olmalısınız. Yayımlanan tarihî roman sayısında da büyük artış var. Bunları yazanlar kimlerdir? Nelerden ve nasıl söz ediyorlar? Yazdıkları edebî tat taşıyor mu yoksa sadece piyasanın talepleri gözetilerek alelacele çırpıştırılmış kitaplar mıdır? Maalesef bu sorulara cevap verebilecek durumda değilim. Kültür dünyamızda yayın piyasasını dikkatle takip ederek okuyuculara yol gösteren eleştirmenler yok denecek kadar az. Bu kadar yayın arasında, profesyonel olmayan okuyuculardan doğru ve isabetli seçim yapmalarını beklemek elbette haksızlıktır.
***
Tarihî hadiselere bütünüyle sadık kalınarak roman yazmak mümkünse de çok zordur. Bu tarzın en başarılı örnekleri, Reşat Ekrem Koçu’nun romanlarıdır; ancak onun önce tarihçi olduğunu, bildiklerini ve hissettiklerini anlatmak için romanı bir araç olarak kullandığını unutmamak gerekir. Romancı hayal gücünü kullanarak yeni hikâyeler kurgulamakta hürdür; bilinen tarihî olaylara müdahale etmemek şartıyla... Bir romancının -hangi maksatla olursa olsun- hikâyesine tarihi kurban etmesinin doğru bulmuyorum. Vermek istediği bir mesaj, getirmek istediği farklı bir yorum varsa, bunu muhayyel kahramanlar ve olaylar vasıtasıyla anlatması gerekir. Hakkında çok fazla bilgi bulunmayan tarihî figürler de kullanılabilir. Mesela Ulubatlı Hasan... Romancı İstanbul’un fethini anlatıyorsa, ona muhayyel bir geçmiş üretebilir ve heyecanlı macera yaşatabilir.
Bu söylediklerin sinema filmleri ve televizyon dizileri için de geçerlidir. Mesela Faruk Aksoy’un “Fetih 1453” filminde fiktif bir karakter olan Era üzerinden bir hikâye anlatılıyordu. Era’ya, Bizans savunmasının en önemli isimlerinden Cenevizli kumandan Jüstinyani de âşıktı, Fatih’in kılıç ustası olarak kurgulanan Ulubatlı Hasan da... Senaristin hayal gücüyle yarattığı hikâyeye buraya kadar müsamaha gösterilebilir. Jüstinyani’nin surlarda Ulubatlı ile giriştiği müthiş mübarezeye de... Fakat Jüstinyani’nin ölmediği, yaralandıktan sonra adamları tarafından gemisine taşındığı ve Sakız adasında öldüğü bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği değiştirmeye romancının da, sinemacının da hakkı yok. Aynı filmde İmparator Konstantin’in halka hitap ettiği Hipodrom ve Büyük Saray, yeni inşa edilmiş gibi gıcır gösteriliyordu. Hâlbuki iki yapı da Latin istilası, depremler ve isyanlar yüzünden harabeye dönmüştü. Fatih’in fetihten sonra Ayasofya’nın kubbesine çıkıp sarayın ve hipodromun harabelerine bakarak hüzünlendiği ve hüznünü meşhur bir Farsça beyti okuyarak ifade ettiği Tursun Bey’in Tarih-i Ebülfeth’inde anlatılır.
***
TRT 1’de yayımlanan, Sultan Abdühamid’in adeta bir avantür kahramanına dönüştürüldüğü “Payitaht Abdülhamid” dizisinde de fahiş hatalar var. “Diriliş Ertuğrul” dizisinde hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir dönem anlatılıyor; senaristler muhayyilelerini istedikleri gibi kullanabilirler. Ama yakın tarih romanlaştırılırken çok titiz olmak gerekir. Sultan Abdülhamid’in hayatı bütün ayrıntılarıyla biliniyor. Ona İngiliz elçisine tokat attırmak gibi olmamış hadiseleri yaşatmak hiç doğru değil.
Özetle şu söylenebilir: Tarih arka planda bilinen şekliyle akarken, ön planda farklı bir hikâye ile yeni bir bakış açısı yakalamak mümkündür. Romancılar ve sinemacılar, kendilerini bütünüyle hür hissetmek istiyorlarsa, tarihte geçtiği farz edilen bütünüyle muhayyel hikâyeler anlatmalıdırlar.