Gazetelerimizde bir zamanlar Türkç nin inceliklerine dikkatimizi çeken, herhangi bir kelime veya tabir yanlış kullanıldığında, önemli mısralar, beyitler vb. yanlış nakledildiğinde doğrusunu gösteren “dil bekçisi” yazarlar vardı. Bir ara Şiar Yalçın ve Hakkı Devrim köşelerinde bu vazifeyi üstlenmiş göründüler. Kadim kültürümüze ve Osmanlı Türkçenin vakıf bir entelektüel olan Şiar Yalçın’ın yazılarını kaçırmamaya çalışırdım.
Yukarıdaki paragrafın son cümlesine aslında “Eski kültürümüze…” diye başlamıştım. Fakat Refik Halid Karay’ın okumakta olduğum ‘Türkçenin Tadı ve Âhengi’ adlı kitabındaki “Sabık, Eski, Geçen” başlıklı yazısını hatırlayınca “kadim” kelimesini tercih ettim. Yazısına “Artık sabık kelimesini kullanamaz olduk. Telefon rehberinde bile seçilmemiş veya seçime girmemiş bir mebus için mesela ‘eski İstanbul mebusu’ deniliyor. ” cümlesiyle başlayan Refik Halid, ‘eski’ kelimesinin lügat mânasının ‘ köhne, hükmü geçmiş, kullanılmağa yaramaz, fazla ihtiyar’ mânalarına geldiğini, ‘sabık’ın ise ‘geçen, evvelce vaki olan, sebkeden, yani geride bırakılan’ demek olduğunu, dolayısıyla ‘eski’nin ‘sabık’ yerine kullanılmasının doğru olmadığını söylüyor. Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nun çok sevdiği ve çok kullandığı ‘kadim’ de öyle; köhnemişlikten, eskilikten, işe yaramazlıktan ziyade daha önce gerçekleşmiş olmayı ve bir ‘değer’i ifade eder.
Refik Halid, daima muhalif, bu yüzden hayatının çok önemli bir kısmı sürgünlerde geçmiş, geçinebilmek için ister istemez çok yazan, fakat çalakalem yazdıklarında bile Türkçesindeki kıvamla göz dolduran ve hemen her cümlesinde alaycı bakışlarını, muzip gülüşünü, yırtıcı zekâsını hissettiren bir yazardır. 1950’lere kadar bekçiliğini yaptığı Türkçenin mâna hazinelerini ele geçirmek için bütün gizli kapaklı köşelerini yoklamış, işini ciddiye alan bütün yazarlar gibi dil meseleleri üzerine de sürekli düşünmüş, düşüncelerini, sezgilerini, keşiflerini ve eleştirilerini yazmıştır. Okumakta olduğumu söylediğim ‘Türkçenin Tadı ve Âhengi’nin “Kelimeler Etrafında”, “Kelimelerde Nüans İhtiyacı” ve “Kelimelerin Hatırlattığı Kelimeler” başlıklı bölümlerde yer alan yazılara özellikle dikkatinizi çekmek isterim.
Yüzelillikler listesinde yer aldığı ve arkasına sığınılarak kavga verilecek cinsten bir yazar olmadığı için sevenlerinin bile yakın zamanlara kadar adını anmaktan çekindikleri Refik Halid’in kitaplarına girmemiş yazıları, Tuncay Birkan tarafından ciddi bir emek sarf edilerek toplandı, konularına göre tasnif edilmek suretiyle dokuz kitap halinde yayımlandı. ‘Türkçenin Tadı ve Âhengi’ bu serinin dokuzuncu ve son kitabı.
Büyük yazarın bütün eserlerini -diline hiç dokunmaksızın- yeniden yayımlayan ve bu külliyata yayımlanmamış yazılarından oluşturulmuş kitapları da ilave eden İnkılap Kitabevi, kendine Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’ın yazdıklarından ibaret bir koza ören edebiyat dünyamıza yeni bir ufuk açmıştır.
Refik Halid’in Türkçe konusundaki nasıl ince bir hassasiyet ve derin dikkate sahip olduğunu göstermek için ‘Sakın Aldanma, İnanma, Kanma’ adlı kitabına aldığı “Işık Hakkında” başlıklı yazısından söz etmek istiyorum. Bu harika yazıda, İstanbul’da bir zamanlar ‘ışık’ kelimesinin bilinmediğini, bilenlerin de nezakete aykırı gördükleri için kullanmadıklarını, akrabalarından bir hanımın evlendiği Kastamonulu zat, düğün gecesi, evin üst katından hizmetçiye “Işşugu getür!” diye seslenince, herkesin dehşet içinde kaldığını, gözleri yaşaran annesinin de gelini kastederek, “Yazık oldu kızcağıza!” diye hayıflandığını anlatan Refik Halid, “Hâlbuki,” der, “hafif telâffuzuyla ışık ne lâtif, ne aydınlık bir sözdür.” Mesela ‘ışıldama’ fiilinde adeta bir fosforlaşma, için için dalgalanan bir nurlanma hissedilir. ‘Işıldak’ da, bazı bölgelerde şimşek yerine kullanılan ‘ışın’ da, ateş böceği demek olan ‘ışılböceği’ de aynı derecede güzeldir.
İzninizle, burada bir parantez açmak istiyorum: Refik Halid, sağ olsaydı ve manken Türkçesi konuşan, yani ş sesini peltek s gibi çıkaran kızların ‘ışık’ yerine ‘ısık’ dediklerini fark etseydi neler yazardı acaba?
Refik Halid, aynı yazısında, Türkçede ‘ışık’ ve ‘aydınlık’ dışında, ‘nur’ ve ‘ziya’ anlamına gelen pek çok kelime bulunduğunu, fakat hemen hepsinin unutulduğunu; ‘yarka’, ‘yaktı’, ‘yal’ gibi parlaklığı ifade eden bütün kelimelerin ‘ya’ kökünden geldiğini, ‘yıldız’, ‘yalabuk’, ‘yaraşıklı’, ‘yakışıklı’, ‘yalın’, ‘yalı’, ‘yalçın’ hatta ‘yarın’ kelimelerinin birbiriyle akraba olduğunu söyler. Bunu bir dilciden mi işitti, yoksa sezgileriyle kendisi mi keşfetti, bilmiyorum. Gerçekten de sözünü ettiği kelimeler ışık ve ateş saçmak, parıldamak, aydınlatmak anlamındaki ‘ya-‘ kökünden gelir. Refik Halid’in fark edemediği, ‘ışık’ ve ‘alev’ kelimelerinin de aynı köke bağlı olduğudur. Türkçede ‘ya-‘ kökünden k, l, p, r ve ş harfleriyle türetilmiş onlarca kelime bulunuyor. Halen kullandıklarımız bile Türkçenin ışık zenginliğini göstermeye yeter: ‘Yakmak’, ‘yanmak’, ‘yıldırım’, ‘yalaz’, ‘yaldız’, ‘yıldız’, ‘yarın’, ‘ışın’, ‘ışık’, ‘alaz’, ‘alev’...
Herkes seçim sonuçları ve koalisyon formülleri üzerinde kafa yorarken benim Refik Halid’den, Türkçeden, edebiyattan bahsediyor olmamı yadırgayanlar var mı, bilmiyorum. Gündemin en “sıcak” konusu hakkında adece şunu söyleyebilirim: Bir önceki yazımda sözünü ettiğim “kakofoni” daha da rahatsız edici olmaya başlardı.
Tünelin ucundaki “ışık” henüz görünmüyor.
Meraklısı için notlar
-Refik Halid’in kitaplarına girmemiş yazılarının bir araya getirildiği diğer kitaplar şu isimleri taşıyor: ‘Hep İstanbul’, ‘Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu’da’, ‘Doğuştan Kadıncıl’, ‘Bu Gazeteciler’, ‘Edebiyatı Öldüren Rejim’, ‘Mutfak Zevkinin Son Günleri’, ‘Pek İyi Hatırlarım’, ‘Ağaç ve Ahlâk’
-Selim İleri bir sohbet sırasında, mankenlerin vb. daha güzel görünmek için iri dişler yaptırdıklarını, bu yüzden ş gibi bazı sesleri çıkarmakta zorlandıklarını, bu yüzden onları taklit eden genç kızlar arasında tıslayarak konuşmanın yaygınlaştığını söyledi.)