Suphi Saatçi, 1946 yılında Kerkük’te doğmuş, ilk ve orta öğrenimini bu kadim Türk şehrinde tamamladıktan sonra İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nden mezun olmuş değerli bir mimar ve özellikle Mimar Sinan üzerine uzmanlaşmış bir mimarlık tarihçisidir. Uzmanlık alanlarından biri de Kerkük ve Irak’ta Türk kültürü...
“Kerkük Kenti ve Ev Mimarisi” konulu doktora tezini, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Restorasyon Ana Bilim Dalı’nda tamamladıktan sonra göreve başladığı Mimar Sinan Üniversitesi’nde 2002 yılında profesörlüğe yükselen Suphi Saatçi, çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını yaşadığı Kerkük’ü hiç unutmamıştır. Kitaplarından birinin ismi onda Kerkük hasretinin hiç bitmeyeceğini ifade eder: Hasretin Adı Kerkük (2004). Şiirle de uğraşan ve bir şiir kitabına Başımın Tacı Kerkük (2014) ismini veren Suphi Bey’in Irak Türklüğünün tarihi, kültürü ve dramı hakkında yayımlanmış -görebildiğim kadarıyla- on altı kitabı var.
* * *
Aziz okuyucularıma Suphi Saatçi’yi hatırlatmamın sebebi, Marmara Belediyeler Birliği tarafından kısa bir süre önce yayımlanan Marmara’nın Mimarı Sinan isimli yeni eseridir. Bu büyük mimar hakkındaki ilk eseri Mimar Sinan ismiyle 1987 yılında yayımlanan Suphi Bey’in Sinan’ı ele aldığı diğer eserleri şunlar: Mimar Sinan’ın Yapılarındaki Kitabeler (1988), Mimar Sinan ve Tezkiretü’l-Bünyan (1989), Bir Osmanlı Mucizesi Mimar Sinan (2005), Sinan Atlası (2015).
Mimar Sinan, 15 ve 16. yüzyıllarda yaşanan Türk Rönesans’ını taçlandıran dehadır. “Rönesans” terimini özellikle kullanıyorum. Walter G. Andrews, “Bastırılmış Rönesans” başlıklı önemli makalesinin ilk cümlesine dikkatinizi çekmek isterim: “Yaklaşık 1453’ten 1625’e dek süren uzun 16. yüzyılda Osmanlı Türk kültüründe, Avrupa kültüründeki -çoğunlukla ‘Rönesans’ diye adlandırılan- daha genel gelişmeye paralellik gösteren muazzam bir gelişme yaşandı.” Rönesans terimini Avrupa’nın kültürel üstünlüğü iddiasına güç kazandırmak için Avrupa merkezci tarih yazımının icat ettiği bir efsane olduğunu söyleyen düşünürler var. Mesela Jack Goody, Avrupa merkezci tarihçiliğe köklü eleştiriler getirdiği, Türkçeye de çevrilen Tarih Hırsızlığı isimli muhteşem eserinde, dünyanın diğer bölgelerinde Batılı tarihçilerce yok sayılan Rönesans niteliğindeki uyanışlardan uzun uzun söz eder.
Aynı yüzyıllarda Türkistan ve Hindistan coğrafyalarında kurulan Timurlu ve Babürlü devletlerinin de son derece parlak bir medeniyet çağı yaşadıklarını unutmamak gerekir.
Evet, Osmanlı-Türk Rönesansı Mimar Sinan’la zirvesine ulaşmıştır. Suphi Saatçi’nin ifadesiyle, “Mimarlık sanatının hem estetik hem strüktürel mükemmeliyetinin zirvesinde Osmanlı mimarisinin klasik çağını belirleyen ve sistemleştiren Mimar Sinan oturur. Doğulu olmakla beraber Batı’nın da akılcı çözümlerini özümseyen ve bunları ayıklayarak yalınlaştıran Sinan, cami mimarisinde büyük bir ufuk açmış, erişilmesi mümkün olmayan bir performans göstermiştir. Doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden, Sasani’den, Bizans’tan, Akdeniz’den, nereden olursa olsun, Sinan etkilendiği sanatlardan yararlanmış, bunları Osmanlı mimari geleneği içinde yoğurarak yeni, taze ve akılcı çözümlerle daha da yalınlaştırmıştır.”
* * *
Acem Ali’nin 1538 yılında ölümü üzerine mimarbaşı olan Sinan, Haseki ve Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Külliyeleriyle başlayıp vefat ettiği 1588 yılına kadar yarım asır devam eden bu görevi sırasında, başta İstanbul olmak üzere bütün imparatorluk coğrafyasında yüzlerce esere imza atarak başlı başına bir estetik inşa etti. Eski eserlerin onarımından suyollarının inşasına, cadde ve sokakların düzenine kadar İstanbul’un bütün imar işlerini Hassa Mimarlar Ocağı’nda yetiştirdiği mimar ve kalfalarla birlikte yürüterek sanat tarihçilerinin “Sinan Çağı” dedikleri bir döneme ve tabii İstanbul’a damgasını vuran Sinan, sadece abidevî eserlerini değil, mahalle ölçeğindeki küçük mescitleri, çeşmeleri, köprüleri de, çevreyle, tabiatla ve İslâmî hayat tarzıyla uyum içinde, dünyanın sonraki nesillerin de hakkı olduğunu bilerek, gelişmeye açık bir mimari anlayışıyla meydana getirmişti.
Bu tespitler, İstanbul estetiğinin temel ilkelerinin büyük ölçüde Sinan tarafından belirlendiği anlamına gelmektedir. Kubbe-mekân ilişkilerinin en ideal formunu, “zengin ve geniş programlı kompozisyonun hassas dengesini” bulduğu bu estetik ondan sonra da en az yüz yıl belirleyici oldu. Beylikler çağının kararsız fakat çeşnisi bol denemeleriyle diğer İslâm ülkelerinde bir türlü çıkış yolu bulamayan mahalli arayışların sadece Sinan estetiğinde en akılcı çözüme ulaştığı sanat tarihçilerinin genel kanaatidir. Suphi Bey’e göre, “gördüğü hiçbir mimari detayı reddetmeyen Sinan, amacına uygun olanları almış, bir kısmını ayıklamış, bir kısmını daha da geliştirmiş, akılcı ve mantıklı çözümler üreterek her şeyi daha mükemmel noktalara götürmüştür. Bununla birlikte Sinan, ne Sasani, ne Bizans, ne de Akdenizli olmuştur. O, Osmanlı-Türk mimarlık geleneğinin özgün oluşumunu ortaya koymuş ve mensup olduğu toplumun kültür ve geleneğinin temsilcisi olabilmiştir.”
Suphi Bey, bunları söyledikten sonra Doğan Kuban’ın dikkate değer bir cümlesini iktibas ediyor: “Osmanlı mimarisi bir Bizans Rönesans’ı değildi. Sinan’ın mimarisi, İslâm dünyasında, kendine özgü jeopolitik koşullarda, yeniçağa ulaşan tek toplumun mimarisidir.”
* * *
Suphi Saatçi’nin çok özel bir tasarımla ve Türkçe-İngilizce olarak yayımlanan yeni eseri, Sinan’ın hayatı, eserleri ve sanatının değerlendirildiği iki yüz sayfalık metin ve bütün eserlerinin yer aldığı, günümüze ulaşan eserlerin fotoğraflarını da görebileceğimiz açıklamalı bir katalogdan oluşuyor.
Aziz Suphi Saatçi’yi ve bu güzel eseri kültür dünyamıza kazandıran Marmara Belediyeler Birliği’ni tebrik ediyorum.