Son aylarda vefat eden Kenan Evren, Süleyman Demirel, Yaşar Kemal, Bedii Faik, Kayahan, Başar Sabuncu gibi ünlü isimlerle ilgili haberlere baktım; hepsi ‘hayatını kaybet’miş.
“Hayatını kaybetmek” tabiri Türkçede ne zamandan beri kullanılıyor, bilmiyorum. Bunun için geriye doğru ciddi bir tarama yapmak gerekir, ama doğrusu zahmetli iş. “Hayat” ve “kaybetmek” kelimelerini Arapça menşeli oldukları için kullanmak istemeyenler de “yaşamını yitirdi” diyorlar. Galiba “öldü” demek, ölene saygısızlık olarak görülüyor. Eskiler de mümkün olduğunca “öldü” dememeye çalışırlardı; Yunus Emre’ye göre “Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.”
Biyografi türündeki bazı kitaplara baktım; mesela eskilerden İbnülemin Mahmud Kemal Bey genellikle “vefat etti” tabirini kullanmış. Yazdıklarında azçok Türkçecilik gayreti hissedilen İbrahim Alaaeddin Gövsa ise biyografik metinlerinde istisnasız “öldü”, “ölmüştür” veya “öldürüldü” diyor. “Hayatını kaybetti” diyen yok. Elbette kesin bir hükme varabilmek için haber dilini de geriye doğru yoklamak gerekir. “Eskiden kullanılmıyor olabilir, ama dil böyle bir şey, ihtiyaç hissetmiş, yeni bir tabir yaratmış. Ne var bunda?” diyebilirsiniz. Bu itiraza itirazım yok; fakat ölen birisi hakkında “hayatını kaybetti” denilmesi tuhafıma gidiyor. İnsanın hayatı zatından ayrıymış gibi...
Hayatın kaçınılmaz gerçeği olan ölüm etrafında başlı başına bir kültür ve edebiyat oluştuğunu, bunun son derece heyecan verici bir araştırma konusu olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Ölüm konusunda son zamanlarda hatırı sayılır çalışmalar ve yayınlar yapıldı. Mesela genç bir akademisyen olan Mehmet Samsakçı’nın dumanı üstünde kitabı: ‘Ölüme Açılan Estetik Kapı: Türk Mezar Taşı Edebiyatı’. Kitabevi Yayınları arasında çıkan bu önemli kitapta, dünden bugüne mezar taşlarına yansıyan edebiyat ve edebiyata yansıyan ölüm “algı”sı enine boyuna ele alınmış.
Müslüman için “ölüm” bir son değil, dünya değiştirmektir ve gidilen dünyada ebediyyen var olmaktır. Bu düşünce en veciz ifadesini Yunus’un “Ölümden ne korkarsın korkma ebedi varsın” söyleyişinde bulur. Ölen yok olmaz, asıl “yurd”una kavuşur. Mevlânâ bunun için ölümü vuslat olarak görmüştür. Vuslat, ölüm söz konusu olduğunda, gerçek sevgiliye, yani Allah’a kavuşma mânâsına gelir. Allah âşıkları için ölüm, vuslat kelimesinin bu anlamı göz önüne alındığında “şeb-i arus”, yani düğün gecesidir (“arus”u “aruz” şeklinde telaffuz edenlerin dikkatini çekerim.)
Tarikat çevrelerinde, bu anlayışın bir neticesi olarak “ölmek” yerine “göçmek”, “göçünmek”, “yürümek” ve “Hakk’a yürümek” tabirleri tercih edilirdi. Sevilmeyen insanlar ve hayvanlar için de “kalıbı dinlendirmek” tabiri kullanılmıştır.
“İrtihal”, göçmenin Arapçasıdır. “Kûs-ı rahil çaldı” (göç davulu çaldı) sözü de mecazen “öldü” mânâsına gelir. Bu dünya geçicidir, öteki dünya beka, yani sonsuzluk âlemidir. O hâlde ölenler sonsuzluk âlemine intikal (intikal-i dâr-ı beka) veya irtihal (irtihâl-i dâr-ı beka) ederler. “Dünya değiştirmek”, “dünyaya veda etmek”, “aramızdan ayrılmak” tabirleri aynı anlayışı ifade etmektedir. Ölen Müslüman’ın cennete gitmesini temenni bâbında “cennet-mekân oldu” tabiri de çok kullanılır. İslâm’dan önce de Türkler ölenlerin “uçmak”a, yani cennete gittiklerine inandıkları için “öldü” yerine “uça-bardı” da derlermiş.
Ölen Müslüman’ın iyi insan olduğuna, en azından işlediği günahların cezasını çektikten sonra cennete kavuşacağına inanılır. Zira Allah ‘gaffârü’z-zünûb’ ve ‘erhame’r-râhimîn’dir. Bu bakımdan ölen bir kişi için “rahmetli oldu”, “rahmet-i rahmâna kavuştu” da denebilir. Bu anlayışın bir neticesi olmak üzere öteki dünyaya göçen Müslümanlar için “Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, nur içinde yatsın” temennilerinde bulunulur. Şimdi bazı kesimler, ‘yaşamını yitiren’ yakınlarını alkışlarla uğurluyor ve “Işıklar içinde uyusun” temennisinde bulunuyorlar.
Argo sözlüğümüzde de “öldü” anlamına gelen çok sayıda kelime ve deyim vardır. Bunlardan birkaçını affınıza sığınarak hatırlatmak istiyorum: “Mürd oldu”, “geberdi”, “tahtalıköye gitti”, “nalları dikti”, “eşek cennetini boyladı”, “cızlamı çekti” vb.
Allah hiç kimsenin ardından bu deyimlerden birini ve meçhul bir şairin ünlü Hâlet Efendi için yazdığı şu beyti söyletmesin:
Ne kendi eyledi râhat ne halka verdi huzûr
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubûr
MERAKLISI İÇİN NOTLAR: Edhem Eldem’in ‘İstanbul’da Ölüm: Osmanlı-İslam Kültüründe Ölüm ve Ritüelleri’ (2005) adlı çalışması önemlidir. Senail Özkan’ın iki yol önce çıkan Ölüm Felsefesi (2013) adlı eserine de dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu eserinde “Mısır’da, Upanişadlar’da, Budizm’de ve Hıristiyanlık’ta” ölümü enine boyuna analiz eden aziz dostumuzdan İslam’ın ölüm felsefesi hakkında yazacaklarını da merak ediyoruz.