Nihad Sami Banarlı’ya göre İstanbul estetiği

Beşir Ayvazoğlu

Bu yılın başlarında bu köşede çıkan yazılarımdan birinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türk İstanbul” tabiri etrafında geliştirdiği düşünceleri ele almış, ilk defa Yahya Kemal tarafından kullanılan bu tabirdeki Türk’ü bir kavim adı olarak değil, geniş mânâsında bir zevk ve estetik, bir duyuş tarzı ve bir yaşama iklimi, kısacası kültür olarak anlamak gerektiğini ifade etmiştim.

Yahya Kemal’in çevresinde yer alan aydınların çoğu “Türk İstanbul” tabirini ve arkasındaki yaklaşım tarzını benimsemişlerdir. Önceki gün, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nın doğumunun 110. yılı vesilesiyle bir programla andığı merhum Nihad Sami Banarlı bunlardan biridir. Edebiyat ders kitaplarıyla birkaç neslin hafızasında unutulmaz bir yeri olan Banarlı, Yahya Kemal’in bütün eserlerini titiz bir şekilde kitaplaştırarak unutulmasına önleyen çok önemli bir ilim, edebiyat, kültür ve düşünce adamıdır.

Marmara Üniversitesi’nin Sultanahmet’teki Rektörlük binasında gerçekleştirilen ve Prof. Dr. Birol Emil hocamız tarafından yönetilen toplantıda Şeyma Güngör, Mehdi Ergüzel ve Sait Başer, Banarlı’yı çeşitli yönleriyle anlattılar. Ben de merhumun İstanbul’a bakışını ve Yahya Kemal’den tevarüs ettiği “Türk İstanbul” fikri etrafında geliştirdiği tartışılmaya değer düşüncelerinden söz ettim.

***

“İstanbul Hasreti” başlıklı yazısında, “Boğaz’ı, Haliç’i ve çevresiyle o bir tabiat şaheseri idi, fakat asırlarca Türk zevki ve Türk güzel sanatlarıyla işlenerek hem tabiat, hem de medeniyet şaheseri haline geldi. Buna Türk İstanbul diyoruz,” diyen Banarlı, fethedildiği gün henüz Kostantiniyye olan bu şehrin atalarımızın elinde hızla İstanbul’a dönüşerek yepyeni bir şehir estetiğine ve kimliğe kavuştuğunu düşünüyordu.

Banarlı’ya göre, Başta padişahlar olmak üzere hanedan üyeleri ve devlet adamlarınca yaptırılan camiler, medreseler, saraylar, kasırlar, türbeler, çeşmelerle olağanüstü bir zenginliğe sahip muhteşem İstanbul’un yanında, bir de halk zevkinin vücuda getirdiği İstanbul vardı: Ev, sokak ve mahalle dekorları, mescitleri, minareleri, türbeleri, kendine has ağaçları, çiçek ve meyve bahçeleriyle halkına huzur ve yaşama sevinci veren bir İstanbul...

Nihad Sami Banarlı (solda), Yahya Kemal Enstitüsü’nde hocası Prof. Dr. M. Fuat Köprülü’yle birlikte.

“Isıtılan Tuğlalar” başlıklı yazısında bu “millî peyzaj”ı anlatırken şairleşen Banarlı’nın cümlelerinde, çocukluğunun İstanbul’una duyduğu derin hasret hemen fark ediliyor. Atalarımız, Banarlı’ya göre, fethettikleri bu dünya güzeli şehrin kıymetini bilmiş, bu tabiat harikasını, kendi tabii renkleri ve çizgileriyle bakir bırakmayı başarmışlardı. Kısacası, bir zamanlar medeniyetimizin şehir anlayışı, “tarihte misli görülmemiş derecede üstün bir medeni anlayıştı.” Ahşap şehir dokusu, tabiata tecavüz etmiyor, tam aksine adeta bir parçası haline gelerek onu tamamlıyordu.

Ahşabın ağırlıklı olarak kullanıldığı şehirlerin, modern şehirlere göre daha serin, daha yaşanır bir iklime sahip olduğuna da dikkatimizi çeken Banarlı, eskiden ısınma araçlarından birinin de tuğla olduğunu, ateşte iyice kızdırılan bir tuğlanın kalın bezlere sarılarak konulduğu yatağı sımsıcak yaptığını hatırlattıktan sonra, milyarlarca tuğladan meydana gelen şimdiki İstanbul’da bu yüzden yaz günlerinin bir çeşit fırına dönüştüğünü, tuğlaların ve asfaltın etrafa cehennem sıcağı neşrettiğini söylüyordu. Bu sebeple, o yıllarda bazı yazarların teşvik ettikleri apartmanlaşmaya şiddetle karşıydı.

Apartmanların dümdüz caddelerde bitişik nizam sıralanmasını İstanbul şehir estetiğine aykırı bulan Banarlı’ya göre, İstanbul, güzelliğini biraz da simetriye düşman olmasına borçluydu. Her semtin -ve hatta her evin- ayrı bir şahsiyeti vardı; Kandilli hemen yanındaki Hisar’a, Hisar Kanlıca’ya, Kanlıca Çubuklu’ya benzemezdi. Bir semtten başka bir semte geçenler, tamamen farklı bir manzarayla karşılaşırlardı. Paris, Viyana, Madrid gibi tarihî şehirlerde ayrı ayrı kimliklere sahip semtler, on dokuzuncu yüzyılda, hendesîleşmek uğruna yok edilmişti. Şimdi de İstanbul aynı akıbete uğramak üzereydi.

İstanbul’un bu sivil çehresine hayran olan ve özellikle 1950’den sonraki hızlı betonlaşmadan ciddi bir rahatsızlık duyan Banarlı, bu konudaki görüşlerini açıkladığı yazılarıyla bazı yanlış uygulamaları önlemiş, mesela Unkapanı’nda Fatih Camii’ni perdeleyen bir apartmanın son katlarının yıkılmasını sağlamıştı.

***

Türk mimarisinin ve şehirciliğinin en büyük zaferi, Banarlı’ya göre, Süleymaniye gibi en ihtişamlı eserinin bile ufukları kapatmayan âbideler olmasıydı. “Birer dağ silsilesi gibi birbirinin üzerinde yükselen kubbelerdeki yuvarlak ve merkezi yükseliş ve minare aralarındaki gök boşlukları, onların iki yanından sema ufkunun görünmesini” sağlıyordu; “bu muazzam âbideler, adeta şeffaf binalarmış gibi”, ne kadar yükselirse yükselsinler, ufukları kapatmazdı. “Ufuktaki sonsuzluğun tadı”nı almış atalarımızın kurduğu şehirler her tarafından sonsuzluğa açılır ve bu sonsuzluğu kırmak günah sayılırdı. Bunu bazı Batılı gezginler de fark etmişlerdir. Meselâ Edmondo de Amicis, Avrupa şehirlerinde gözün ve düşüncenin hemen her zaman dar bir çerçeveye hapsedildiğini, İstanbul’da ise her an sınırsız ve lâtif uzaklıklara kaçacak bir yol bulabildiğini söyler.

Halkın asırlar içinde ve bu temel ilkeler doğrultusunda süzülmüş zevkiyle yarattığı “millî peyzaj”, Banarlı’ya göre hızla yok oluyor, en fazla üç katlı evlerden oluştuğu için yatay bir şehir manzarası gösteren İstanbul, sürekli yenileri yükselen gökdelenlerle dikey bir şehre dönüşme tehlikesi taşıyordu. Birer heyula gibi yükselen ve hepsi birbirine benzeyen “şekilsiz ve üslûpsuz binalar arasında” bir gün ulu camiler ve Allah’ın adının günde beş vakit haykırıldığı, Türk’ün “yukarılık” duyusunun ve inanış üslûbunun en yetkin tezahürleri olan narin minareler bile görünmez olacaktı.

Bu karamsar gelecek tablosunu çizdiği cümleleri yazarken gözyaşı döktüğü hissedilen Banarlı, “Gönül isterdi ki,” diyor, “sizleri hiç olmazsa edebiyat bağrına bassın. Resim, hayâlinizi çizsin. Hiç olmazsa tabloların ve sahifelerin hafızasında kalın! Atalarımızın birer iman âbidesi ve birer iffet yuvası hâlinde yükselttiği binalar! Kim derdi ki bir gün Türk dilinde sizlere de mersiye söylenecek?”

Şahsen tanıma şansına da kavuştuğum aziz yazarı rahmet ve minnetle anıyorum.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.