Münevver, aydın, entelektüel

Beşir Ayvazoğlu

Yunan mitolojisinde Atina’yı Megara’ya bağlayan yolda pusuya yatıp yolcuları soyan Prokrustes adında bir hayduttan söz edilir. Bu haydudun iki demir yatağı varmış; soyduğu yolcuları bunlara yatırır, boyu yataktan uzun olanların ayaklarını keser, kısa olanları da çekip uzatırmış. Türk aydınları da Tanzimat’tan itibaren Prokrustes rolünü benimsediler ve toplumu kendi kafalarındaki modele göre kesip biçerek değiştirmek, dönüştürmek istediler. Hem de hoyratça, saygısızca... Hemen her kesimden aydınlar totaliter ve otoriter eğilimler taşıyor, kafalarındaki soyut milleti yüceltirken somut halkı küçümsüyor, aşağılıyorlardı. En ufak bir direnişe, en cılız itiraz sesine bile tahammülleri yoktu.

Aşağılanan, horlanan toplumla nasıl güçlü bağlar kurulabilir? Aydınların en büyük hatalarından biri, dini hayattan kovabilecekleri vehmine kapılmaları olmuştur. Bu savaşta elde ettikleri tek başarı, kendilerini toplumdan bütünüyle soyutlamak, seçkinlerinden ve eğitim kurumlarından mahrum ettikleri dini de bir problemler yumağı haline getirmek oldu. Pozitivist aydınların bu çaba sonunda vardıkları yer, içinde yaşamak zorunda oldukları toplum hakkında derin bir cehaletten başka bir şey değildir.

***

Aslında bu “aydın” kelimesini de, onun eskiden kullandığımız Arapça menşeli karşılığı olan “münevver”i de sevdiğimi söyleyemem. Bizde pozitivizmin ve Aydınlanma ideolojisinin militanları ve bilgi hamalları olarak tasavvur edilen okumuş yazmışlara aydın dediler. Yabancı bir kelime olmasına rağmen “entelektüel”i tercih ediyor ve bazı rezervlerim olmakla beraber, Edward Said’in entelektüel tarifini benimsiyorum.

Said’in tarifini “haksızlık karşısında susmamak ve hakikati aramak” diye kısaca özetlemek mümkün. Kendi aklını kullanan, sorgulayan, sadece mensup olduğu milletinin değil, bütün insanlığın dertleriyle dertlenen adamdır entelektüel; dürüst, gerektiğinde tek başına kalmayı, hatta dışlanmayı göz alarak hakikat uğruna savaşandır. Devrin temayüllerine göre pozisyon alan, hatta kılık kıyafet değiştirenler, allame bile olsalar entelektüel olamazlar. Değişme, ancak derin bir sancının ve iç hesaplaşmanın sonucunda gerçekleşirse saygıya değerdir. Entelektüel, her türlü totaliterliğe, otoriterliğe karşıdır. Muhalif olmak için muhalif değildir; muhalif olduklarının doğrularını takdir edebilen, desteklediklerinin hatalarını gösterebilendir.

Bir entelektüelin ayırıcı vasıflarından biri de, yaşadığı çağın ruhuna nüfuz edebilmesi, dünyada olup bitenleri dikkatle takip etmesidir. Fakat daha da önemlisi, her entelektüelin kendi ülkesinin dilini, tarihini, kültürünü ve edebiyatını bilmesi, hitap etmek zorunda olduğu halkın hassasiyetlerine saygı göstermesi gerekir. Düşmanca yaklaşan aynı şekilde karşılık görür. Bu, bir entelektüelin kendi halkını ve kültürünü eleştiremeyeceği, yeni teklifler getiremeyeceği, problemlere gözlerini kapatacağı anlamına gelmez; eleştirmek ve değişim talebinde bulunmak için de tanımak ve bilmek şarttır. Entelektüel, içinden geldiği tarihin, kültürün ve içinde yaşadığı toplumun kölesi olmamalı, ama cahili ve düşmanı hiç olmamalıdır. Eleştirilerini bile daha iyi bir gelecek, daha huzurlu bir toplum, daha adil bir düzen için yapmalı ve elbette her türlü şovenizme her hâlükârda karşı çıkmalıdır.

Bu kriterler esas alındığı takdirde Türk entelijansiyasının profili pek parlak görünmüyor. Zihin dünyalarında bağımsızlığa, özerkliğe pek hevesli görünmeyen muhafazakâr aydınların dünya ile irtibatları da pek zayıf. Sosyalistlerin ve bazıları eski Marksist olan liberallerinse toplumla bağları çok gevşektir; içinden çıktıkları, fakat aidiyet hissetmedikleri, hatta küçümsedikleri toplumun hassasiyetleri, hayat tarzı ve inançları hakkında derin bir cehaletle maluldürler.

***

Bütün iktidarlar entelijansiyayı yanlarında görmek ister, kendilerine muhalefet edenleri genellikle dışlarlar. Bu dışlama, bir zamanlar Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, toplu kıyımlarla ve sürgünlerle bile sonuçlanabilir. Türkiye’de de muhalif aydınların çeşitli metodlarla ezilip tasfiye edildikleri dönemler yaşandı. Gerçek bir aydının, yani entelektüelin vazifesi, tasvip ettiği görüş iktidarda bile olsa kafa bağımsızlığını, özerkliğini korumaktır. Ne var ki bizde aydınlar çok uzun süre iktidarların kurucu ortakları oldular ve bir aydın despotizmi inşa ettiler. Elbette kendi iktidarlarına karşı özerk olamazlardı.

İktidarların kurucu ortakları olan aydınlar, kendileri gibi düşünmeyen aydınları devletin aygıtlarını kullanarak ezmeye, susturmaya çalışmış, ezilenler de ellerine fırsat geçtiğinde aynı şekilde davranmışlardır. Her iki tarafın aydınlarının en kötü alışkanlıkları ise birbirlerini devlete ihbar etmeleri, cezalandırılmalarını istemeleridir. Türk basınındaki polemikler geriye doğru gözden geçirildiği takdirde, maalesef, her bakımdan utanç verici bir tabloyla karşılaşılacaktır.

NOT 1. Seçim sonuçlarının milletimiz, İslâm âlemi ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını diliyor, bu seçimden zaferle çıkan Cumhurbaşkanımızı, AK Parti’yi ve MHP’yi tebrik ediyorum.

NOT 2. Bu yazıyı yazdıktan sonra dünya çapında bir ilim tarihçisi olan Prof. Dr. Fuat Sezgin’in vefat ettiğini öğrendim. Büyük âlime Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

DERKENAR

‘Sürgün, İntihal ve İntihar’

Genç ve titiz bir araştırmacı olan Selçuk Karakılıç’ın “Edebiyatımızın Siyasetle İmtihanı” alt başlığını taşıyan Sürgün, İntihal ve İntihar isimli kitabı dikkatinizi çekti mi, bilmiyorum. Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanan, birbirinden ilgi çekici konuların ele alındığı bu güzel kitabı okumaya başladı mı elinizden bırakamıyorsunuz.

“Edebiyat ve Siyaset” ve “Sürgün, İntihal ve İntihar” başlıklarını taşıyan kitabın birinci bölümünde mesela Necip Fâzıl’ın 1940’ların başında CHP tarafından açılan tiyatro oyunu yarışmasında jüri tarafından birinciliğe lâyık görüldüğü halde, bu birinciliğin parti tarafından nasıl iptal edildiğini, Safahat şairinin polis tarafından nasıl sıkı bir şekilde takip edildiğini, Sait Faik’in Medar-ı Maişet Motoru isimli romanının niçin yasaklandığını, Fuat Köprülü’nün bir siyasetçi olarak nasıl bir profile sahip olduğunu, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Yassıada’da kendini nasıl savunduğunu vb. okuyor ve hayretler içinde kalıyorsunuz. Kitabın ikinci bölümü de, başlığının hakkını veren yazılardan oluşuyor.

Gazete koleksiyonlarının tozlu sayfalarından bin bir emekle derlenmiş bilgilerle Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki belgelerin kullanıldığı bu önemli kitabı kültür ve edebiyatımızın yakın tarihine meraklı bütün okuyucularıma tavsiye ediyorum.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (24)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.