Lodos Paşa

Beşir Ayvazoğlu

“İstanbul’un iki mevsimi vardır,” derler, “Lodos ve poyraz!”

Nefis bir lodos baharının ardından gelen poyrazla hava buz kesmişti; meteoroloji raporlarına göre yeniden lodosluyormuş. Eyvah!

“Eyvah” diyorum, çünkü kış ortasında yalancı baharlar yaşatan sıcak lodos, kimine mutluluk bahşederken, benim gibi nanemollaları da “lodos balığı”na çevirip perişan eder. Migrenimiz mi tutmaz, midemiz mi azmaz, uykularımız mı kaçmaz? Eskiden İstanbul’da lodoslu havalarda hâkimlerin yanlış kararlar vermelerini önlemek için mahkemelerin tatil edildiği söylenir. Ne rivayetin ne derece doğru olduğunu bilmiyorum.

Lodoslu havalar, bünyeleri sağlam olanlar içinse bazan lezzettir. Dedim ya, kış ortasında bahar, ohh, keyif kekâ... Ama lodos çatıları uçuracak kadar şiddetli esiyorsa denizi kudurtur, vapurlar çalışmaz. Adalar’da yaşayanların vay hâline…

Dilimize Yunancadan geçmiş lodos; aslı “nόtos”muş galiba. Fakat artık Türkçenin damgasını yiyip öz malımız hâline gelmiş. Eski İstanbullular lodosu yön ismi olarak bile kullanırlardı. Pencereleri lodosa, yani güneye bakan odalar daha sıcak olduğu için bebeklere yahut yaşlılara ayrılırdı.

***

İstanbul’un tarihine, sanatına, iklimine ve hayat tarzına dair son derece isabetli teşhisleri bulunan Ahmet Hamdi Tanpınar, “Lodosa, Sise ve Lüfere” dair başlıklı o nefis yazısında “Lodos İstanbul’un hem âfeti, hem de lezzetidir. Her mevsimde, emsalsiz bir kuyumcu yahut çok kıskanç veya belâlı bir âşık gibi ortaya çıkar,” dedikten “emsalsiz kuyumcu” halini şöyle tasvir eder:

“Bir aydır İstanbullunun hayatı, altını, gümüşü, her cins kıymetli taşı, firuze ve zümrüdü, mineyi hiç esirgemeyen, israf edercesine kullanan bu eski ustanın (yani lodosun, B.A.) atölyesinde Hürrem Sultan’ın mücevherleri gibi dövülüyor ve işleniyor. Bu eski ve marifetli âşık, daha birkaç hafta evvel o kadar hırpaladığı, yerden yere çaldığı, âdeta dört bir tarafa dağıttığı sevgilisini durmadan süslüyor, güzelleştiriyor. İstanbul bu sevginin ve okşamanın altında mesut, hatta biraz baygın, gülüyor, geriniyor, bir kat daha güzelleşiyor, bazan silkinip mevsimlerin ve saatlerin raksını yapıyor, bazan da geçen hafta olduğu gibi, ağır süslerinin ve bakışlarının pırıltısını bir çeşit can sıkıntısında, uyku mahmurluğunda kısıyor ve külleştiriyor.”

***

İstanbul’da yaşama sanatına vâkıf yazarlardan biri olan Refik Halid Karay’ın lodos hakkında yazdıklarıyla Tanpınar’ın yazdıkları arasında şaşırtıcı bir benzerlik vardır. “Sonbaharı Pek Severim” başlıklı yazısında, bu mevsime duyduğu sevginin sebeplerinden biri olarak lodoslu havalarda güneşin batışındaki eşsiz güzelliği gösteren bu söz ustasının tasviri de şöyle:

“İstanbul’un lodos gurupları eleğimsağmaların süslenip püslenip uzun etekli elbiselerini giyerek geldikleri bir randevu yeridir. Orada dünyanın en baygın ve uçucu veya en coşkun çılgın renklerini sarmaş dolaş, alt alta üst üste birbirlerine sokulup kucaklarında erirken, kızarır, buğulanırken, renkten renge girer, süzülüp serpilirken görebilirsiniz. Bakarsınız, göğün bir tarafına hafif dumanlı bir mürdüm eriği morluğu sürülmüştür; bu morluk gittikçe açılır, şekerci camekânlarında elektrik ışığına tutulmuş kavanozlardaki reçeller gibi, âdeta çekirdeklerini gösterecek kadar şeffaflaşır, ayrıca rayihalı bir şurup içinde yüzüyor hissini verir. Karşısında yutkunmayanlara, parmaklarını bandırıp ağızlarına götürmek arzusuna kapılmayanlara şaşacağım gelir.”

Lodoslu havalardaki gurup vakitlerinin güzelliğine Tanpınar da Huzur romanında temas etmiştir:

“Üsküdar açıkları, lodoslu akşamın suda kurulmuş malikânesi olmağa başlamıştı. Sanki Kızkulesi’nden Marmara açıklarına kadar denizin altına, su tabakalarının arasına yer yer iyi dövülmüş bir yığın mücevher parıltısından geçirilmiş bakır levhalar döşenmişti. Bazen bu bakır levhalar suyun üstünde yüzüyor, adeta mücevher sallar yapıyor, bazen da primitif ressamlarda, mağfiretin timsali ışığın kaynaştığı derinlikler gibi hasretle, bir hakikate yükseliş arzusu ile dolu, büyük ve kıpkırmızı uçurumlar açıyordu.”

***

Arkasından genellikle yağış geldiği için “Lodosun gözü yaşlıdır” derler. Kar yığınlarını silip süpürdüğü için “Kar tüccarı” denildiğini de işitmiştim. Keçecizâde Fuad Paşa, Paris’te “Sizde kar nasıl temizlenir?” diye soran birine, “Bizim bir Lodos Paşa’mız vardır, ona havale ederiz, halleder!” diye cevap vermiş. Ama bazan Lodos Paşa işi ağırdan alırmış. O zaman lodos duasına çıkıldığını Mehmed Âkif’in “Berlin Hatıraları”ndan öğrendim. Üstad özetle diyor ki:

Bizim memlekete kar bir düştü mü zor kalkar; halk çaresiz kalınca Lodos duasına çıkılması teklif edilir, çıkılır da... Sonunda Cenab-ı Hak lodosu gönderir göndermesine, fakat ondan da bıkılır, çünkü sokaklarda öyle çamur yığınları peyda olur ki, çok tehlikelidir. Bu sefer de “Aman don olsa!” derler.

***

Yeri gelmişken, Türkçede bir zamanlar sebatsız, yanardöner insanlar için “lodos poyraz” tabirinin kullanıldığını da hatırlatmak isterim. Bir de “lodosçu” vardır. Lodosla çalkanan denizlerde, dalgalar sahile bir şeyler taşıyıp durur. Bunları tırmıkla karıştırıp buldukları değerli şeylerle geçinenlere “lodosçu” denirdi. Hüsrev Hatemi’nin “Ey Ezel Lodosçusu! Al eline tırmığını” mısraıyla başlayan ve şiir kitaplarından birine ismini veren bir şiiri vardır: “Lodosçu”.

Orhan Veli’yi unuttuğumu zannetmeyiniz; o güzel “İstanbul’u Dinliyorum” şiirindeki mısraları lodoslar dindikten sonra mutlaka mırıldanırım:

Dinmiş lodosların uğultusu içinde

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.