Geçen haftaki yazımda İstanbul Valiliği’nin 1928 yılı ortalarında kargalara karşı açtığı savaş vesilesiyle Ahmet Hâşim tarafından kaleme alınan kısa yazıdan söz etmiştim. Meğerse o tarihten dört yıl önce de buna benzer bir hadise cereyan etmiş. Mizah tarihi ve karikatür-edebiyat ilişkisi üzerine çalışmalarıyla tanıdığımız Said Coşar, 1924 yılında TBMM’nin kargaların öldürülebileceğine dair kararıyla ilgili tutanağı ve bu konunun ele alındığı, 10 Nisan 1966 tarihinde Milliyet’te çıkmış bir yazının kupürünü gönderdi.
Hadisenin özeti şu: Ziraat Vekâleti, 1924 yılında bütün vilayetlere bir tamim göndererek mahsulün korunabilmesi için bütün kargaların öldürülmesini emreder. Kargaların çok rağbet ettiği bir şehir olan Çorum’da Ziraat Müdürlüğü tamimin gereğini yerine getirmek için hazırlıklarını yaptıktan sonra valiliğe bir yazı gönderir. Valinin meseleyi havale ettiği İl Meclisi’nde yapılan görüşmede, Müftü Efendi “Mahsulü muhafaza maksadıyla da olsa kargaların katli dinen caiz değildir,” fetvasıyla karara karşı çıkar.
Valinin benimsediği bu fetva küçük bir kıyametin kopmasına sebep olacak, mesele bir sözlü soru olarak Meclis’e intikal ettirilecek, bunun üzerine Şer’iye Vekili Mustafa Fevzi Efendi Çorum müftüsünün bu fetvası sebebiyle azledildiğini açıklayacaktır. Tepkinin büyük olmasının sebebi, Çorum Valiliği tarafından Müftünün görüşüne itibar edilmesi, bu mesele görüşülürken TBMM’de bile fetvayı destekleyenlerin bulunmasıdır.
Günümüzde kargaların itlafına dair bir karar çıksa, sanırım, din adamlarından çok hayvan hakları savunucuları itiraz ederler.
***
Mahsulü koruma gerekçesiyle kuşların itlaf edilmesi bize has bir uygulama değildir. Yunanistan’da Metaksas döneminde kargalara, Kızıl Çin’de de Mao’nun emriyle serçelere savaş açılmıştı. Mısırlıların ise bir ara leyleklere musallat olduklarını Ahmet Hâşim başka bir yazısında şöyle anlatır: “Senelerden beri leylek görmüyordum. Hatta bu kanatlı yaz seyyahlarının İstanbul’a az rağbeti herkesin nazar-ı dikkatini celbetmişti. Sonradan öğrendik ki, Mısırlılar, bilmem ne sebepten dolayı bu muhterem kuşları arsenikli yemlerle öldürüyorlarmış.”
İstanbul’da ben de senelerden beri leylek görmüyorum. Çocukluk hatıralarımda vazgeçilmez yerleri olan hacı leylekler eski ahşap evlerin damlarındaki bacalara yuva yaparlardı. Havalar soğuyunca güneye, sıcak memleketlere göç ettikleri için halkın “hacı”lık yakıştırarak kutsallık atfettiği leylekleri Yunanlılar da bir zamanlar “Türk Kuşu” diye adlandırır, acımasızca öldürürlermiş. Bunu ben söylemiyorum, Elias Petropoulas söylüyor.
Hacı leyleklerden bazıları çeşitli sebeplerle sakatlandıkları için göçemezlermiş. Halkın bu leyleklere ihtimamla baktığı biliniyor. Mesela geçen asrın başlarında Bursa’da Haffaflar Çarşısı’nda meydanın tam ortası düşkün hayvanlar için bir darülaceze gibi kullanılırmış. Haffaflar, yani ayakkabı, terlik, mest gibi şeyler üretip satan esnaf, o tarihte yaşlı bir adamı aylıkla tutmuşlar. Kanadı kırık leyleklere, bunamış kargalara, kör baykuşlara filan bu adam bakıyormuş. O yıllarda Bursa’da Fransa’nın fahri konsolosu olarak görev yapan Greguvar Bay, bu uygulamadan hoşlanıp hasta leyleklerle ilgilenmeye başlamış. Ahmet Hâşim, “Gurabahana-i Laklakan” başlıklı meşhur yazısında bu adamı, evini ve leylekler bakımevini anlatır.
Herhangi bir sebeple göçemeyen leyleklerden ömürlerinin sonuna kadar bakıldıkları yerde kalanların da bulunduğunu Necip Fâzıl’ın bir yazısından öğrendim. 26 Ocak 1939 tarihinde yayımlanan “Eyüp’teki Leylek” başlıklı köşe yazısında, elli yıldır Eyüp Sultan’da adeta bekçilik yapan ihtiyar leyleğin öldüğünü haber veren Üstad, ajansların bu önemli haberi atladığını, İstanbul’un en soylu hususiyetlerinden birini temsil eden zavallı leyleğin sessiz sadasız ölüp gittiğini” söyler. Sözü kendisine bırakalım:
“Bu leylek, bazı lezzetler, bazı manzaralar, bazı tipler, bazı köşeler gibi, yalnız meraklıları ve bilgiçleri arasında meşhurdu. Şöhreti de ne münekkit methiyesine, ne Hofer ilânına, ne Peltekis makasına, ne de Küllük Kahvesi sohbe tine iftikar ediyordu. Anlayışı, en süflî ile en ulvîden iki kutup taşıyan halkın gözünde o, elli senelik bir duruş, bir eda kahrama nıydı. Maddî ve ruhî hâdiselerin mistik düğümlerini çözmeyi ve bağlamayı herkesten iyi bilen Şarlo, İstanbullu olsaydı en güzel filmini onun için yapardı.”
Leylekler, İstanbul’da sadece Boğaz köyleriyle Eyüp Sultan’ı tercih ederlerdi. Evliya Çelebi, bu durumu İstanbul’un altıncı tılsımına bağlar. Hekim Bukrat (Hipokrat) güya Altımermer’deki sütunun üzerine bir leylek tasviri yapmış; bu tasvir her yıl sadece bir gün gagasını tıkırdatır, bu yüzden bahar ve yaz aylarını geçirmek üzere İstanbul’a gelen leylekler helâk olurmuş. Eyüp Sultan’a sığınanlar hariç...
***
İstanbul kuşları üzerine önemli çalışmaları bulunan Selim Somçağ, leyleklerin İstanbul’da yuva yapmak için Eyüp’ü tercih etmelerini, Kâğıthane ve Alibeyköy derelerinin Haliç’e karıştığı bu bölgede kurbağa, su yılanı gibi sevdikleri besinleri bulabilmelerine ve çevrede yuva yapmaya uygun ağaçların çok olmasına bağlar.
Hayırseverlerin Eyüp Sultan ziyaretine geldikçe hasta ve sakat leyleklere baktıklarını, bunu büyük bir sevap olarak kabul ettiklerini biliyoruz. Başka yerlerde bulunan sakat leylekler de Eyüp Sultan Camii’nin avlusuna getirilip bırakılırmış. Necip Fâzıl’ın sözünü ettiği uzun ömürlü leylek bunlardan biri olsa gerek.
Şu sıralarda Eyüp Sultan’a yolumu düşürmek niyetindeyim. Belki birkaç hacı leylek görür, hâlleşirim. Sizi bilmem, ama ben kargasız, leyleksiz, serçesiz, kedisiz, köpeksiz bir dünya tasavvur edemiyorum. Açıkçası, Müftü’den yanayım.