Kur’an-ı Kerim’de ve Tevrat’ta bazı farklarla anlatılan Hz. İbrahim ve oğlu kıssasını sanırım bilmeyen yoktur. Hz. İbrahim, rüyasında oğlunu boğazladığını görür. İlâhî bir emirdir bu: “Vaktaki bu suretle ikisi de Allah’ın emrine râm oldular. İbrahim onu alnı üzerine yıktı. Biz ona ‘Ya İbrahim, rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız’ diye nida ettik. Hakikat bu apaçık ve kat’î bir imtihandı. Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.” (Saffât Suresi, 101-106).)
İbrahim peygamberin ilâhî emri gerçekleştirmek gayesiyle oğlunu kurban etmek istemesi trajik bir durum olarak görülebilir. Fakat başlangıçta zorunlu gibi görünen bir sonuç, ilâhî bir lütufla zorunlu olmaktan çıktığı için trajik durum doğmaz. Bazı yorumculara göre, yüksek bir değeri gerçekleştirirken başka bir yüksek değeri yok eden ve bu yüzden suçlu duruma düşen kahramanın durumu “trajik”tir. Böyle bir duruma düşen kahraman aslında ahlâkî bir eylem içindedir. Hâlbuki Kierkegaard’ın açık bir şekilde gösterdiği gibi, İbrahim peygamberin oğlunu kurban etmek istemesi, ahlâkı aşan bir fiildir. Mesele bu kadarla da bitmez; imtihanı başardığı için kendisine son anda verilen “büyük kurbanlık fidye”, yüksek bir değer gerçekleşirken bir başka yüksek değerin yok olmasını önlemiştir. Hâlbuki trajik kahraman her halükârda suç işlemek durumundadır.
***
Eğer büyük kurbanlık fidye verilmeyip de İbrahim peygamber oğlunu gerçekten boğazlasaydı, trajik bir durum ortaya çıkar mıydı?
İlâhî bir emir olmayıp da İbrahim peygamber imanını kendiliğinden ispat etmeye kalkışsaydı, o zaman belki kendisine büyük kurbanlık fidye verilmeyecek ve gerçekten suçlu duruma düştüğü için trajik bir durum ortaya çıkmış olacaktı. Fakat ilahî emir vaki olup da oğlunu gerçekten boğazlasaydı, Allah kötüyü emretmeyeceği için, suçlu duruma düşmeyecekti. Ama oğlunu çok seven bir baba oğlu için şüphesiz acı çekecekti. Nitekim bu acıyı kurbanlık fidye gönderilinceye kadar çekmiştir.
***
Yukarıda Sören Kirgegaard’dan söz ettim. Varoluşçu felsefenin önemli temsilcilerinden olan bu Danimarkalı filozof, Korku ve Titreyiş adlı eserinde bu kıssayı da analiz eder. Bir vaizin kilisede anlattığı kıssayı, İbrahim’in “Allah’ı, sahip olduğu ‘en iyi şey’i, yani oğlunu feda edecek kadar sevdiği” argümanı üzerine dayandırdığını -ki genellikle öyle yaparlarmış- farzeden Kirkegaard, “Ya vaizi dinleyenlerden biri anlattıklarının etkisi altında kalır da evine gidince aynı gerekçeyle İbrahim’in yaptığını yaparsa?” sorusunu sorar. Cevap: Adam ya idam edilir yahut tımarhaneye tıkılır.
İbrahim peygamber oğlunu gerçekten boğazlamış olsaydı, Kierkegaard’a göre, hukuk ve ahlâk açısından cinayet işlemiş olacaktı; hâlbuki din açısından bakıldığında, yaptığı iş, Allah’a duyduğu sevginin büyüklüğünü kanıtlamak için ilâhî bir emri yerine getirip oğlunu kurban etmekten ibarettir. “İşte, diyor Danimarkalı filozof, dehşet bu tezattadır ve kilise vaizinin aklına bile getirmediği bu tezat hesaba katılmadıkça İbrahim anlaşılamaz.”
Kierkegaard, daha sonra trajikomik yanılmalara yol açmaması için, kendini vaizin yerine koyarak, bu kıssayı nasıl anlatabileceği üzerinde kafa yoruyor. Mesela, diyor, İbrahim’in sahip olduğu Allah korkusunun büyüklüğünü, ne kadar mümin ve elçi olarak seçilmeye ne kadar lâyık bir insan olduğunu göstermekle başlar, sonra İshak’ı ne kadar sevdiğini anlatırdım. Öyle anlatırdım ki, Danimarka krallığının içinde hiçbir baba kendi oğlunu o kadar sevdiğini iddia edemez, dolayısıyla kurban etmeyi düşünemezdi.
***
Bu konuda hiçbir yorumun Kierkegaard’ı tatmin etmediğini söylemeliyim. İbrahim kıssası üzerinde düşündüğü zaman, neredeyse kendini kaybeden filozof şöyle devam ediyor:
“Her defasında İbrahim’in hayatının özü olan o muazzam paradoks gözümün önüne geliyor, her defasında geriliyorum ve düşüncem, bütün tutkusuna rağmen kıl payı ileri gitmiyor (...) Dünyada büyük ve asil diye hayranlık duyulan şeylerin yabancısı değilim, ruhum bunlarla bir bağ kuruyor. O kahramanların benim dâvâm yolunda mücadele ettiklerine bütün kalbimle inanıyorum (...) Kendimi bu kahramanların yerine koyuyorum, ama İbrahim’in yerinde kendimi düşünemiyorum; yükseldikçe düşüyorum.”
Daha sonra, Moria dağına gidip oğlunu kurban etmekle kendisinin görevlendirildiğini farz eden Kierkegaard nasıl davranacağını ve görevi yerine getirdiği takdirde yaptığı işin nasıl karşılanabileceğini düşünmeye başlıyor. Doğrusu, vardığı açık seçik bir sonuç yok. İbrahim peygamberin fiilini aklı ve ahlâkı aşan bir fiil olarak görüyor ve anlamaya çalışıyor, o kadar.
***
Kurban hakkında dikkate değer bir yorum da sıradışı bir İranlı düşünür olan Ali Şeriati’nin Hacc adlı kitabındadır.
Şeriati, kurbanın daha ulvi bir makama, aşka ve sorumlulukların yerine getirilmesine engel teşkil eden her şeyden azade olunan bir iradeye yükseliş olduğunu, bunun için insanın İbrahim İsmail’i ne kadar seviyorsa o kadar sevdiği bir şeyi kurban etmesi gerektiğini söylüyor:
“Senin hürriyetinden çalan, görevlerini yerine getirmene mani olan, hakikati duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı bahaneler bulmana yol açan (…) ne varsa, hepsi onun işaretleridir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah’a yaklaşmak istiyorsan, İsmail’ini Mina’da kurban etmen gerekir.”
***
İlgi çekici bir kurban yorumu da rahmetli Turgut Cansever’den gelmişti. Kendisiyle yıllar önce, galiba bir Kurban Bayramı sonrasında “Tutumlu Kent” konulu bir röportaj yapmıştım. Hoca, sorularımdan birini cevaplandırırken şunları söylemişti:
“Geçenlerde kurban meselesi üzerinde düşünürken, kurban kesmeyi, insanı insan olarak kurtarmak için yapılacak fedakârlığın sembolü olarak görmek gerektiğini fark ettim. Bu önemli; yani insanı hiçbir şekilde feda etmemek gerekiyor. İnsanı kurban etmemek için koyunu kurban etmek nasıl çok önemli bir genel davranışı ortaya koyuyorsa, bugün de insanı kurban etmemek için yeri geldiğinde mesela otomobili kurban etmeyi düşünmek gerekir tutumlu kent için...”
***
Peki, ben bunları niçin anlatıyorum? İnsanların kurbanı sadece fakirlere taze et dağıtıp sevap kazanma eylemi olarak gördükleri, arkasındaki derin felsefeyi düşünmeye (akletmeye) hiç yanaşmadıkları endişesine kapıldığım için... Belki de yılda bir kere kurban kesmemizin istenmesi, bizi “apaçık ve kat’î bir imtihan” üzerinde düşündürmek içindir. Ne dersiniz?
Kurban Bayramı’nın İslâm âlemine ve bütün insanlığa barış ve huzur getirmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.