Midhat Cemal Kuntay, “İstanbul’da Mevsim Yok” başlıklı yazısında nanemolla bir Osmanlı vezirinden söz eder. Paşa hazretleri, sokağa çıktığı zaman arkasında yürüyen ağası omuzundaki kısa sarıkta dört mevsimin “ruba”sını taşırmış: Kürk, palto, harmaniye, pardösü vb. İstanbul’da takvimin yalan olduğunu en iyi anlayan İstanbullunun bu vezir olduğunu iddia eden Midhat Cemal’e göre, siz istediğiniz kadar mektuplarınıza bugün 31 Aralık diye tarih atın, eğer güney rüzgârı, yani lodos esiyorsa bugün mesela aslında 31 Mayıs’tır; 31 Mayıs’ta olduğunuzu farzediniz; eğer kuzey rüzgârı yani poyraz esiyorsa aslında 31 Aralık’tır.
Eskilerin “İstanbul’da iki mevsim vardır, lodos ve poyraz!” dediklerini tekrar hatırlatmak isterim. Ama bu mevsimler düzenli olarak birbirini takip etmez; keyifleri ne zaman isterse, o zaman şaşaalı bir şekilde arzıendam ederler. Bir bakarsınız kış ortasında bahar, bir bakarsınız yaz ortasında adeta kış… Penceremin önündeki saksılara mevsimi gelince açsınlar diye lâle ve sünbül soğanları diktirmiştim; hepsi birer birer uç verdiler. Lodos Paşa faaliyete devam ederse açmaları işten bile değil.
***
Midhat Cemal, sözünü ettiğim yazısına, “İstanbul iki şeyin oyuncağıdır: Marmara’nın ve Karadeniz’in,” diye devam ediyor, “Bu ikisinden hangisinin keyfi hâkimse o gün ilk veya sonbahardır, kış veyahut yazdır.” İstanbul’da, her mahallenin ayrı takvime sahip olduğunu da iddia eden ve Mehmed Âkif’in “Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz” mısraını hatırlatan Midhat Cemal’in bu kararsız havalar hakkında yazdıkları pek hoştur:
“İstanbul’un bazı taraflarında poyraz bir misafir kadar var. Bazı yerlerinde de lodos, randevusuna sadık olmayan bir sarraf kadar yok. Süleymaniye yazı, Gedikpaşa kışı inkâr edebilir. İstanbul’da on bir ay, on bir yalandır. On bir ay diyorum, çünkü bir tek ay var ki, o en şahsiyetlisi, en seciyelisidir; çünkü hiç olmazsa seciyesizliğini gizlemiyor ve kancık olduğunu anlayacaklar diye korkmuyor: Mart.”
***
Rahmetli Midhat Cemal, İstanbul’da öğle vakti yanan adamın ikindi üzeri üşüyebileceğini takvime rağmen bilen dirayetli Osmanlı veziri gibi, hava değişikliklerinden hemen etkilenen bir nanemolladır. Acaba kendi aşırı hassasiyetini İstanbul’a mı yansıtıyor diye düşünebilirsiniz. Hayır! Refik Hâlid Karay üstadımız da “İstanbul’da Hava Kararsızlığı” başlıklı yazısında aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyor. Bu lezzetli yazının ilk cümlesi şöyle: “İstanbul ikliminin, daha doğrusu havasının hiç de hoş olmayan bir tarafı da bizi uzun bir kıştan sonra kararlı bahara kavuşturmamasıdır.” Elli yıl yaşamış bir İstanbullu, merhum üstada göre, en fazla on veya on beş Hıdırellez’in ılık ve güneşli geçtiğini görebilmiştir. Kendisine kulak verelim:
“Kırmızı kiraz üstüne bembeyaz kar yağdığını bile hatırlayanlar vardır. Manzara güzel, ama soğuk güzel! Hatta babamdan işitmiştim: Kurban Bayramı’na rastlayan bir Hıdırellez günü camiden çıkan cemaat yerde kalınca bir tabaka kar bulmuş ve çayıra saldıkları hayvanları koşup ahırlarına sokmuşlar. Yine Hıdırellez’de sobaların yandığı çoktur. Hele Mayıs’ın birinci günü -bu sefer olduğu gibi- dörtte üç zemherir havasına rastlar.”
İstanbulluların havalardaki bu kararsızlığı bilmelerine rağmen, birbirine “Nedir bu soğuk? Yaz gelmeyecek galiba!” diye yakındıklarını hatırlatan Refik Hâlid, “Yaz gelse ne olacak?” diye soruyor. Sabahı öğlesine, öğlesi akşamına uymayan güvenilmez bir yazdır bu. Kır gezintisine mi çıkmak istiyorsunuz? Ağaç altı hülyasının dam altı hakikatiyle neticelenebileceğini, hatta havanın size ocak başı aratabileceğini bilerek yola çıkmalısınız. Bazan da kış ortası sırtınızdaki paltonun ağır bir yük hâline gelebileceğini söyleyen Refik Hâlid’e göre, İstanbul havasındaki dört mevsim kararsızlığı ve düzensizliği şöyle tarif edilebilir:
“Duvarda asılı duran takvim yere düşmüş, yaprakları zamklı köşesinden yarılarak odaya gelişi güzel dağılmıştır. Okuması yazması olmayan hizmetçi bunları toplamış, rasgele istif etmiş ve tekrar yerine koymuştur. İstanbul’da gerçek takvim, takvimcinin sıraladığı değil, işte ümmî hizmetçinin üstüste dizdiği ve meselâ 1 Mayıs yerine İkincikânun’un herhangi bir gününü koyuverdiği delifişek takvimdir. İstanbul’da hava şüphesi -buna tehlikesi de diyebiliriz- tabii bir hâldir.”
***
Bu delifişek takvimden şairane bir haz duyanlar da yok değil. “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair” başlıklı o nefis yazısında, Ahmet Hamdi Tanpınar, lodos bahsine, “Her mevsimde, emsalsiz bir kuyumcu yahut çok kıskanç veya belâlı bir âşık gibi ortaya çıkar,” dedikten sonra nefis bir tasvire girişir. Aziz okuyucularımın yeni yılını tebrik ederken bu yazıyı bu tasvirle noktalamak istiyorum:
“Bir aydır İstanbullunun hayatı, altını, gümüşü, her cins kıymetli taşı, firuze ve zümrüdü, mineyi hiç esirgemeyen, israf edercesine kullanan bu eski ustanın atölyesinde Hürrem Sultan’ın mücevherleri gibi dövülüyor ve işleniyor. Bu eski ve marifetli âşık, daha birkaç hafta evvel o kadar hırpaladığı, yerden yere çaldığı, adeta dört bir tarafa dağıttığı sevgilisini durmadan süslüyor, güzelleştiriyor. İstanbul bu sevginin ve okşamanın altında mesut, hatta biraz baygın, gülüyor, geriniyor, bir kat daha güzelleşiyor, bazan silkinip mevsimlerin ve saatlerin raksını yapıyor, bazan da geçen hafta olduğu gibi, ağır süslerinin ve bakışlarının pırıltısını bir çeşit can sıkıntısında, uyku mahmurluğunda kısıyor ve külleştiriyor.”