Türk resminin çok büyük isimlerinden biri olan Şeker Ahmed Paşa’nın Mercan’da bir konağı vardı. Saray’da Mabeyn Ressamı ve Misafirîn-i Ecnebiyye Teşrifatçısı olduğu için önemli yabancı misafirlerin, özellikle İstanbul’a gelen yabancı ressamların uğrak yeri olan bu konağın bugün yerini bile bilmiyoruz. Muhtemelen Mühürdar Emin Paşa’nın, dolayısıyla İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın komşusu olan Şeker Ahmed Paşa, konağının bir odasını atölye haline getirmişti. Günümüze ulaşan, sadece Paşa’nın bu odada resim yaparken çekilmiş bir fotoğrafıdır.
Fransız resminin büyük isimlerinden Paul Signac, 1907 Mart’ında İstanbul’a gelmiş ve ölümünden kısa bir süre önce tanıştırıldığı Şeker Ahmet Paşa’nın konağında bir süre misafir edilmişti. Signac, Mayıs ayına kadar süren bu misafirliği sırasında, Paris Sefaretimiz kanalıyla Sultan II. Abdülhamid’den alınan izin sayesinde özellikle Haliç civarında çok sayıda resim yapmıştır. Bu resimlerden biri olan “Süleymaniye”, 2009 yılında Sotheby’s müzayede şirketi tarafından ismi gizli tutulan bir koleksiyoncuya yaklaşık iki buçuk milyon dolara satılmıştı.
***
O tarihte Sanayi-i Nefise Mektebi’nde öğrenci olan Nazmi Ziya (Güran), Paul Signac’ı İstanbul’da çalışırken dikkatle izler ve Celal Esad Arseven’e göre onun resimlerini gördükten sonra empresyonizme yönelir. Signac, önceleri empresyonist bir ressam olarak tanınsa da, Georges Seurat ile tanıştıktan sonra Pointillism (noktacılık) denen üslûbu geliştirmişti; resimlerini empresyonistler gibi hızlı fırça darbeleriyle ve renkleri birbirine karıştırarak değil, renkli noktaları bir araya getirerek yapıyordu.
Fatih’in hocalarından Molla Gürani’nin soyundan gelen ve 1881 yılında Horhor’da dünyaya gelen Nazmi Ziya, ilkmektebi bitirdikten sonra babasının itirazı yüzünden çok istediği halde Sanayi-i Nefise Mektebi’ne değil Mülkiye’ye girerek 1901’de mezun olmuştur. Ancak Mülkiye’de okurken edebiyat, felsefe ve resimle de ilgilenmiş, bir yandan empresyonistlerin renkli röprodüksiyonlarından kopyalar yaparken bir yandan da Türk resminin en büyüğü olarak kabul ettiği Hoca Ali Rıza Bey’den resim dersleri almıştı.
Bir ressam için tabiatın en büyük hoca olduğunu, hiçbir ressamı taklit etmemek gerektiğini Hoca Ali Rıza’dan öğrenen Nazmi Ziya, Mülkiye’yi bitirdiği 1901 yılında babasını kaybetti ve ertesi yıl, içinde ukde kalan Sanayi-i Nefise Mektebi’ne girdi. Ne var ki empresyonizme gösterdiği ilgi ve muhtemelen Hoca Ali Rıza Bey’in talebesi oluşu, bu mektepte sıkı bir klasik akademik eğitim programı uygulayan hocalarını rahatsız ediyordu.
Sanayi-i Nefise hocalarından Salvatore Valery’nin “Küçük bey artık impressionist olmuş!” diye alay ettiği Nazmi Ziya’yı, Osman Hamdi Bey’in de 1907 sınavlarında sınıfta bıraktığı kayıtlara geçmiştir. Bu yüzden diplomasını bir yıl geç alan genç ressam, mezuniyetinin hemen ardından Paris’e gidecek, 1914 yılına kadar birçok resim atölyesinde çalıştıktan sonra, empresyonizmin Monet ve Cézanne gibi büyük öncülerini çok iyi etüd etmiş yetkin bir empresyonist olarak ülkesine dönecektir.
Öğrenciliği sırasında küçümsenip dışlandığı Sanayi-i Nefise’nin 1918-1921 ve 1923-1927 yılları arasında müdürlüğünü yapan, hatta bu mektebi Fındıklı Sarayı’na taşımayı başararak mekânsızlıktan kurtaran Nazmi Ziya’nın Fransız empresyonistlerinden hiç de aşağı kalmadığı genel kanaattir. Esasen İstanbul’un benzersiz güneşi bir empresyonist için bulunmaz bir nimetti. Celal Esat, figüratif resimde ve portrede de kudretli bir ressam olmakla beraber peyzajda olağanüstü bir ustalık gösteren Nazmi Ziya’yı “Türkiye’nin Sisley’i” olarak görür ve onun “Langa Bostanı”, “Çamlıca”, “Göksu”, “Sonbahar” gibi eserlerini harikulâde bulur.
Nazmi Ziya’nın başarısının sebeplerinden biri aynı zamanda geniş bir kültüre sahip olması, çalışkanlığı ve yerliliği idi. Sabahları erkenden kalkıp yollara düşer, tuvallerini sahillerden, Çamlıca tepelerinden, Karacaahmet’ten vb. devşirdiği büyülü manzaralarla bezeyerek evine dönerdi. Oturmak için alafranga semtleri değil, Suriçi’ni tercih etmişti. Süleymaniye’de dededen kalma konağın arsasına planını kendisinin çizdiği bir ev yaptırmış, hatta yapımında bir inşaat işçisi gibi çalışmıştı. Bedri Rahmi Eyüboğlu, bu evden “Süleymaniye Camii civarındaki halisüddem İstanbul mahallelerinden birinin tahinî ve aşı boyalı renkli evlerine yaslanan bir mütevazı yuva” diye söz ediyor.
Şeker Ahmed Paşa’nın konağı gibi, Nazmi Ziya’nın hatırasını bir tablosunda yaşattığı evinin yerinde de şimdi muhtemelen çirkin bir beton yapı vardır.
Ressam Arif Kaptan, “memleketimizde empresyonizmin yegâne mümessili” olarak gördüğü hocası ve komşusu Nazmi Ziya’nın avlu duvarlarından salkım salkım çiçeklerin taştığı evinden her sabah erkenden çıkıp renk ve ışık devşirmeye gittiğini anlatır. Şeker Ahmed Paşa’nın ve Hoca Ali Rıza’nın misyonunu devralan ve onlarınkinden farklı bir üslûpla devam ettiren Nazmi Ziya, İstanbul’un güneş ışığı altındaki büyüleyici güzelliklerini bıkıp usanmadan tuvaline taşıyıp durmuştur. Ancak hayran olduğu bazı güzellikler karşısında kendini aciz hisseder ve resim yapmazmış. Öğrencisi Arif Kaptan bir gün bunun sebebini sorar ve “Allah o kadar güzel yapmış ki, bana artık ilâve edecek bir şey kalmıyor,” cevabını alır.
Arif Kaptan’ın Nazmi Ziya’dan naklettiği şu sözler de dikkat çekicidir: “Sabahleyin erken kalkıp gecenin gündüz olmak için geçirdiği istihaleye şahit olmayanlar yeryüzünde hiçbir şeyi görmemişlerdir.”
***
Başta Galatasaray Sergileri olmak üzere birçok sergiye eser veren Nazmi Ziya, otuz küsur yıllık sanat hayatını yansıtan kapsamlı bir sergiyle sanatseverlerin huzuruna çıkma imkânını 1937 yılında bulabildi. Güzel Sanatlar Akademisi’nde açılan bu sergi devam ederken kalbine yenilen büyük ressam, 11 Eylül 1937’de hayata veda etti. Bedri Rahmi’nin kendisi hakkında yazdığı, o sırada matbaada olan kitabı da görememişti. Yarın, bu büyük ressamının vefatının 80. yıldönümü...
Nazmi Ziya gerçekten İstanbul ışığının ressamıydı. Rahmetle anıyorum.