Abbas Halim Paşa, kardeşi Said Halim Paşa’dan üç yaş küçüktü. O da Avrupa’da çok iyi bir eğitim almış, geniş ufuklu, derin bir edebiyat, resim ve musiki kültürüne sahip, daha da önemlisi sanatkârları koruyup kollayan hayırsever bir prensti. Ressam Feyhaman Duran ve Fikret Mualla’nın Avrupa’da eğitim görmelerini sağlamış, matematikçi Mehmet Nadir’i maddi olarak desteklemişti. Dostu ve vekilharcı Fuad Şemsi Bey vasıtasıyla resimlerini satın alarak himaye ettiği ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza da yakın dostlarından biriydi.
Hidiv Tevfik Paşa’nın kızı Hatice Abbas’la evli olan Abbas Halim Paşa, Sultan II. Abdülhamid’in son yıllarında devlet hizmetine girerek Şura-yı Devlet âzâsı olmuş, ağabeyi Said Halim Paşa’nın sadareti sırasında bir yıl kadar Bursa valiliği yaptıktan sonra Nafia Nazırlığına getirilmişti. Bu görevi yüzünden İstanbul işgal edildikten sonra İngilizler tarafından savaş kabinesinin bazı nâzırları, bazı mebuslar ve fikir adamlarıyla birlikte yargılandı, mahkeme sonuçlanmadan diğerleriyle birlikte Malta’ya sürüldü (1919).
***
Malta’dan kurtulduktan sonra Said Halim Paşa’yla birlikte gönderildikleri Roma’ya yerleşen Abbas Halim Paşa, ağabeyinin altı ay kadar sonra şehit edilmesi üzerine cenazeyi alarak İstanbul’a dönmüş ve yaz aylarını İstanbul’da, kış aylarını Mısır’da geçirmeye başlamıştı. Kızlarına özel edebiyat dersleri veren Mehmed Âkif’le Meşrutiyet yıllarında başladığı dostluğu devam ediyordu. Bu sıradan bir dostluk değil, âdeta bir “ezelden âşina”lıktı; birbirlerini anlıyor ve çok iyi anlaşıyorlardı. Zevkleri, dünya görüşleri, hayata bakış tarzları birdi. Aralarındaki en önemli fark: Âkif fakir bir şairdi, Abbas Halim Paşa Karun gibi zengin bir prens... Eşref Edib’e gore ikisi de birer fazilet kahramanı... Biri her türlü mahrumiyete, diğeri maddî zenginliğe karşı göğüs gererek bir anlamda aynı mücadeleyi vermişlerdi.
Abbas Paşa’nın “Zenginlik serkeş bir ata benzer, sahibinin ufak bir gafletini yahut münasebetsiz bir hareketini sezecek olsa derhal yere çarpar,” dediği söylenir. Birinci Dünya Harbi yıllarında herkes gibi onun sofrasında da mısır ekmeği ve bulgur pilavı bulunurdu; bir gün İaşe’den gönderilen bir çuval şekerle francalayı geri göndermişti. Zor durumda kalanlara yardım etmekten zevk duyar, iyilik yapamadığı günler âdeta kederlenirdi. Tanıdık, tanımadık, Müslim, gayrı Müslim, bir adamın hakikaten sıkıntıda bulunduğundan söz edilince birkaç saat sonra adamın kapısı çalınıp imdadına yetişilmiş olurdu.
***
Abbas Halim Paşa, ağabeyi Said Halim Paşa gibi, Avrupa’yı da içinde yaşayarak yakından tanımış ve İslâm’ı en üst seviyede idrak etmiş güçlü bir entelektüel, büyük bir bilge, samimi bir Müslümandı. Âkif’le başbaşa kaldığı zamanlar fikirlerini anlatmaya başlardı; anlattıkça coşar, coştukça inceleşir ve derinleşirdi; bilirdi ki dilini Âkif’ten başkası anlayamaz.
Ne var ki bu dostluğun asıl mahiyetini bilmeyenler, Âkif’in zengin Prens’le bu kadar yakın olmasını yadırgarlardı. Fatin Gökmen ve Midhat Cemal Kuntay, tereddüt ve endişelerini açık açık ifade etmiş; “Servet faziletin kanseridir”, “Mısırlılar insanlara servetlerinin tepesinden bakarlar! Aksırıkları kanundur, öksürükleri âyet” gibi sözler söylemişlerdi. Paşa’yla servetinden ötürü değil, güzel ahlâkını, yaşayış tarzını, dünyaya bakışını, İslâm ve medeniyet anlayışını beğendiği için dost olan Âkif, arkadaşlarını zaman zaman yanlış düşündüklerini göstermek için Paşa’ya götürüyordu. Nitekim Fatin Hoca, “Âkif ne zaman olsa bir Abbas Halim bulur, fakat ben bir Âkif bulamam. Âkif benim için bir talihtir,” diyen Paşa’nın Âkif’e karşı minnettarlık hisleriyle dolu olduğunu fark edince, “Senin Paşan benim zenginler hakkındaki hükmümü bozdu!” itirafında bulunmuştu.
***
Âkif, ilk defa 1923 kışını Abbas Halim Paşa’yla birlikte geçirdiği Kahire’ye 1925 sonbaharında dönmemek üzere gitmiş, 1936 ortalarına kadar orada yaşamıştı. Bir vatan şairi olarak yurdundan ve bir İstanbul çocuğu olarak İstanbul’dan bu kadar uzun bir süre ayrı kalmanın ona ne kadar büyük bir acı verdiğini tahmin etmek zor değildir. Aslında Âkif, Mısır’da yaşamış sayılmaz; Hilvan’da on yıl sürecek bir inzivaya girmiştir, demek daha doğrudur. Yazları İstanbul’da geçirmeye devam eden koruyucusu Abbas Halim Paşa’ya hitaben yazdığı ve İstanbul hasretini bütün samimiyetiyle dile getirdiği “Bir Ariza” isimli manzumesinde, saba rüzgârından, yolu kuzeye düşerse Heybeli’ye de uğramasını rica eder.
Bir İstanbul çocuğu olan Âkif, Mısır’a onca yıl Abbas Halim Paşa’nın varlığı sayesinde tahammül edebilmiştir. Onun öleceğini anladığında ve ölümünden sonra neler hissettiğini ölüm döşeğinde Eşref Edib’e uzun uzun anlatmıştır. Sadece Mısır değil, sanki bütün dünya boşalmış, yapayalnız kalmıştır. Gölgeler’deki kıta’lardan birinde, hissettiği derin yalnızlığı şöyle anlatır: “Hepsi göçmüş, hani, yoldaşlarının hiçbiri yok!/Sen mi kaldın yalınız kafileden böyle uzak?/Postu sermekse meramın yola, serdirmezler;/Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak!”
Âkif, bu kıt’ayı söylediği sırada, ölümünü karaciğerlerinde taşıdığını ve yakında kafileye katılacağını henüz bilmiyordu.
İzninizle bu konuya Pazar günü devam edeceğim.
NOT. Geçen cumartesi gecesi Beşiktaş’ta emniyet güçlerimize yapılan menfur saldırıyı şiddetle lanetliyor, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa, bütün milletimize başsağlığı diliyorum.