Biz, muhteşem bir mirasın üzerinde oturan, fakat bu mirasın büyüklüğüne nisbetle küçük ve fakir bir ülke, ruhunu ve içinden geldiği me deniyetin dilini unutmuş, anahtarlarını kaybetmiş bir toplumuz. Bu yüzden çok zaman yapmaya çalışırken yıkıyor, düzeltmeye çalışırken bozuyoruz.
Olabilecekleri on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren fark eden ve kalemine, fırçasına, fotoğraf maki nesine sarılan bir avuç aydın, bu mirası kayda geçirmek, hiç olmazsa görüntü olarak kurtarmak için insanüstü bir gayretle çalıştı. Ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza bunlardan biriydi.
***
Hayatı boyunca İstanbul’un tarihî ve tabii güzelliklerini yağlıboya, suluboya, karakalem gibi çeşitli tek niklerle bıkıp usanmadan tuvaline aktaran Hoca Ali Rıza’nın en büyük arzusu, milletinin hayatına kendi ifadesiyle “sadık ve hakiki tercüman” olmaktı. Bunun için İstanbul’un sokaklarını, evlerini, mescitlerini, çeşmelerini, servili mezarlıklarını, Boğaz’ı ve Boğaz sırtlarındaki benzersiz manzaraları, mehtaplı geceleri, karakteristik ağaçları, özellikle çok sevdiği fıstık çamlarını, kır kahvelerini, kahve içlerini, günlük hayatta kullanılan eşyaları, resmin diline bir fotoğraf makinesi sadakatiyle aktardı.
Hoca Ali Rıza’nın sanatı, aslın da memleketin güzelliklerini küçümsenip aşağılayanlara efendice bir meydan okuyuştu. Yanından hiç eksik etmediği kalemleri, fırçaları ve boyalarıyla sürekli resim yaparak İstanbul’un yakında kaybolacağını hissettiği güzelliklerini ve değerlerini Üsküdar penceresinden bakarak ölümsüzleştirdi.
***
Aslında bir hekim olan A. Süheyl Ünver, Hoca Ali Rıza’nın talebesiydi; İstanbul’un her göz tarafından fark edilemeyen ince güzelliklerini görmeyi ondan öğrenmiş, atalar mirasına musallat edilmiş “kör kazma”yı tutan elleri bağırıp çağırarak değil, yazıp çizerek protesto etmeye başlamıştı. Bu çabasını sadece İstanbul’da değil, zengin kültür mirasına sahip Anadolu şehirlerinde de sürdüren Süheyl Ünver’in yolu 1941 yılında Kütahya’ya da düştü ve burada, Vâhit Paşa Kütüphane sindeki yazmalar üzerinde çalışırken resme çok kabiliyetli bir gençle tanıştı. Çaldığı bütün kapılar yüzüne kapandığı için derin bir hayal kırıklığı yaşayan bu gencin çok istediği Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmesini sağladı ve ona kendi ideallerini de aşıladı. Bu genç, ismi daha sonra Kütahya ile adeta özdeşleşecek olan Ahmet Yakupoğlu’ydu.
***
Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken bir yandan da A. Süheyl Ünver hocadan tezhip ve minyatür dersleri alan Ahmet Yakupoğlu, önemli bir ressam ve seçkin bir meşk zincirinin güçlü halkalarından biri olan neyzen Halil Dikmen’den de ney meşk etti. Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki atölye hocası Feyhaman Duran ise aynı zamanda hattat ve çağdaşlarının birçoğunun aksine, içinden geldiğimiz dünyadan kopmamış, yerli tarafı ağır basan bir ressamdı.
Ahmet Yakupoğlu, Akademi’den mezun olduktan sonra, soluğu Avrupa’da değil, köklerinin bağlı olduğu Kütahya’da aldı ve hocası Feyhaman Duran’ın tavsiyesiyle Kütahya resimleri yapmaya başladı; çünkü şehrin dokusunun hızla yok olmakta olduğunun farkındaydı. Bu yüzden sanatta yeni eğilimleri, yeni arayışları bir çeşit lüks sayarak modem resim akımlarından hiçbirine iltifat etmedi, bıkıp usanmadan sevgili Kütahya’sını resmetti; hocası Süheyl Ünver’in ve onun hocası Üsküdarlı Hoca Ali Rıza’nın İstanbul’da yaptıklarını yapıyordu; bir fotoğraf makinesi sadakatiyle, fakat bütün sevgisini, heyecanını ve samimiyetini renkçi paletinde yoğurarak elde ettiği eşsiz lirizmi tuvallerine aktararak, tam kırk yıl...
***
Yıllar önce evini ziyaret ettiğimde, duvarlarını süsleyen yüzlerce tablo, bana Kütahya’nın geçmişine açılmış yüzlerce küçük pencere gibi görünmüştü. Yakupoğlu, 1940’lann sonlarında başladığı ve sağlığı elverdiği sürece devam ettiği bu büyük çalışmayla, Kütahya’nın çoğu muhtemelen tarihe karışmış olan sokaklarını, camilerini, evlerini, çeşmelerini, hanlarını, hamamlarını ağaçlarını, dağlarını, derelerini ve yağlıboya tablolar halinde süre ırmağından çekip aldı. Kütahya, bütün şehirlerimiz gibi betonarmeye teslim olmanın arefesinde, Ahmet Yakupoğlu’nun fırçasıyla ölümsüzleştirildi de denebilir. Onun yaptığı, görünüşleri kurtarmaya çalışmanın ötesinde bir şey; sufiyane bir sezişle görünüşlerin arkasına geçerek şehrin ruhunu, yaşanmışlığını, derinliğini yansıtmaktı. Bu tuvallerde tek bir motorlu vasıta yok, beton yok, gürültü yok... Sanatın dünyasında, zamanın pençesinden kurtarılmış asude bir şehir; içimizi ısıtan zarif ahşap evler, ağaçlar, çiçekler, dağlar, sular...
Bu zengin koleksiyondan seçme eserler, Türk Petrol Vakfı tarafından 1991 yılında Rengârenk Kütahya adıyla nefis bir albüm olarak yayımlanmıştı. Hemen başında yer alan kitap çapındaki metin, Yakupoğlu’nun aynı zamanda hiç de yabana atılamayacak bir kalem erbabı olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
***
Ahmet Yakupoğlu’nun tek gayesi, hiç şüphesiz, Kütahya’yı sadece görüntü olarak kurtarmak değil, bütün hüviyetiyle geleceğe aktarmaktı. Nitekim Demirkapı diye bilinen Vacidiye Medresesi’nin müze olarak düzenlenmesini sağlayarak bu müzede dört yıl görev yaptı. Yelice Dağı eteklerindeki yirmi bin dönümden fazla arazinin çam korusu haline getirilmesi için verdiği örnek mücadele de kayda değerdir.
Ahmet Yakupoğlu, Kütahya için savaştı; çünkü Kütahya’nın bir parçası, yani yerlisiydi. Bir şehrin yerlisi kalmamışsa, o şehrin kültürünü ve kendine has atmosferini koruyacak kimse de kalmamış demektir.
***
Hayatının son birkaç yılında yatağa mahkûm yaşayan bu değerli kültür adamı ve sanatkâr, geçen pazar günü son nefesini verirken, eminim, Kütahya’nın ve çok sevdiği Boğaziçi’nin tuvallerine yansıyan güzellikleri göz kapaklarının arkasında bir sinema şeridi gibi akıyordu.
Aziz Ahmet Ağabeye Cenab-ı Hak’tan rahmet, yakınlarına ve dostlarına baş sağlığı diliyorum.