Son zamanlarda dostlarımdan çoğunu keyifsiz görüyorum; özellikle 15 Temmuz darbe teşebbüsü ve ardından yaşananlar, terörizm, Suriye’deki iç savaş ve bu savaşa müdahil olmak zorunda kalışımız, Avrupa ve Amerika’yla ilişkilerimizdeki kırılganlık yaygın bir karamsarlığa ve gelecek endişesine yol açmış gibi görünüyor. Baharın tatlı esintilerini hissettiğimiz şu günlerde bu tatsız durumu lâfı uzatmadan nasıl anlatabilirim diye düşündüm, dilimin ucuna hemen Şeyhülislâm Yahya’nın meşhur beyti geldi: “Bülbüller öter güller açar şâd gönül yok/ Hiç böyleliğin görmemişiz fasl-ı bahârın!”
Bazan da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde epigraf olarak kullandığı şu beyti mırıldanıyorum: “Bihakk-ı Hazret-i Mecnûn izâle eyleye Hak/ Serimde derd-i hıredden biraz eser kaldı”. Keçecizâde İzzet Molla, bu beytinde “Başımda akıl derdinden az bir şey kaldı; Allah, hazret-i Mecnun’un hakkı için onu da alsın ki kurtulayım!”
***
Divan şiirinde her türlü duyguyu ifade edecek eşsiz mısra ve beyitler bulmak mümkün. Bu şiir, hiçbir edebî geleneğe nasip olmayan beş yüz yıllık geçmişiyle gerçekten büyüktür. Tanzimat’tan sonraki şairler, kendilerini, âdeta gök kubbe altında söyleyecek söz bırakmayan divan şairleriyle devamlı hesaplaşmak zorunda hissetmiş, onların büyüklüğü altında ezildikleri için kolay yolu tercih edip bu büyüklüğü inkâra kalkışmışlardır.
Nurullah Ataç gibi, geçmişin üzerine kalın bir çizgi çekip Batı medeniyetinin Yunan ve Latin köklerine bağlanmamız gerektiğini ileri sürecek kadar koyu batıcı bir aydın bile her fırsatta bu şiirin büyüklüğünden ve gücünden söz ederdi. Çünkü iyi şiiri kötülerinden kolayca tefrik edebilen bir edebiyat adamıydı ve Tanzimat’tan sonraki Türk şiirinin divan şiiriyle mukayese bile edilemeyecek kadar cılız olduğunu çok iyi bilirdi. Divan Edebiyatı Beyanındadır isimli kitabında uzmanı olduğu eski şiire ağır bir biçimde hücum eden Abdülbaki Gölpınarlı’ya en etkili cevabı da o vermişti. Hem de Nâbî’nin bir beytini zikrederek: “Eğerçi köhne metâız revâcımız yoktur/ Revâca da o kadar ihtiyâcımız yoktur.”
Divan şairleri, bütün söyleyeceklerini dar bir mecaz ve mazmun kadrosu içinde söylemek zorunda oldukları için kelimelerin çağrışımlarından ve anlam inceliklerinden mümkün olduğu kadar istifade etme yoluna gitmiş, bütün ustalıklarını sergiledikleri beyit birimi içinde, ilhamdan çok zekâya dayanan benzersiz mânâ arabeskleri kurmuşlardır. Bu şiire yabancı olan birisi için muğlak lâflardan ibaret olan birçok beyit, divan şiirinin zevkine varmış, kültürünü edinmiş biri için bütün sırlarını hemen açığa vurabilir. Bâkî, klasik şiirimizin bu hususiyetini şu mısraıyla veciz bir biçimde özetlemiştir: “Hüner esrâr-ı ma’nâ anlamaktır lafz-ı muğlaktan.” Bu mısradaki “esrâr-ı mânâ” terkibi, bana sorarsanız saf şiirin veciz bir tarifidir.
Divan şiirinin tadına tam varabilmek için Farsça öğrenmeye dahi kalkışan Ataç, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, eski şiirinin zamana ve zihniyete bağlı taraflarına değil, saf şiirin yakalandığı mısra ve beyitlere tutkundu. Bütün yazılarında mutlaka herhangi bir Divan şairinden keşfettiği bir veya birkaç çarpıcı beyti kullanmıştır. Mesela Sâmî’nin “Gel söyleşelim cümle geçen demleri cânâ” ve Mâhir’in “Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz” mısralarına dikkatimizi çeken odur. Bunların mücevher güzelliğinde mısralar olduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı? Esasen Yahya Kemal’in çevresinde bulunmuş aydınlarda, Divan şairlerinin bütün zamanlara hitap eden beyitlerini toplama ve yazılarında kullanma merakı vardı. Falih Rıfkı Atay, Divan şiirinde “şiir özü sürmeyi” ondan öğrendiklerini yazar.
Ne yazık ki, günümüzde yeri geldiğinde eskilerden güzel mısra ve beyitler zikredebilen aydın parmakla gösterecek kadar nâdirdir.
***
Sevdiğiniz birine bütün gönlünüzle hitap etmek istiyorsanız, Fuzûlî’nin şu mısraını söyleyiniz: “Gözüm cânım efendim sevdiğim devletli sultânım.” Bu mısrada kelimeler öyle büyük bir ustalıkla bir araya getirmiştir ki, yerlerini değiştirdiğiniz zaman bir anda bütün büyü bozulmakta, mısra alelâde bir kelimeler toplamına dönüşmektedir. Mesela aynı kelimelerin kullanıldığı şu sıralamada vezin de bozulmadığı hâlde hiçbir hususiyet yoktur: “Efendim sevdiğim devletli sultânım gözüm cânım.”
Aşk duygusunu Bâkî’nin şu beytinden daha güzel anlatacak bir şiir var mıdır? “Hep senin’çindir benim dünyâ cefasın çektiğim/Yoksa ömrüm vârı sensiz neyleyim dünyâyı ben”. Ya Muallim Nâci’nin şu beyti: “Beyân-ı maksad içün yâre tercemânım var/ Belâya bak ki ânı tercemâna anlatamam.” (Sevgilime maksadımı anlatabilmek için bir tercüman buldum, fakat belaya bakın ki onu tercümana anlatamıyorum.)
Değerli okuyucularımla, dilimden hiç düşürmediğim ve yazılarımda zaman zaman zikrettiğim şu beyti de paylaşmak istiyorum: “Tövbe Yârabbî hatâ râhına gittiklerime/ Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime.” Enfes bir dua niteliği taşıyan bu beyit, Merzifon’da 15. yüzyılda yaşamış mutasavvıf bir şair olan Abdürrahim-i Rûmî’ye aittir. Bu da divan şiirinin zannedildiği gibi saray ve çevresine sıkışıp kalmış bir şiir olmadığını gösterir. Anadolu şehirlerinde ve kasabalarında çeşitli mesleklere mensup yüzlerce divan şairi yetişmiştir.
***
Bu yazının başında yaygın karamsarlık ve keyifsizlikten söz etmiştim. Ama ben ülkemin geleceğinden hiçbir zaman ümidimi kesmedim. Ne demiş Kırımlı Rahmî: “Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar.”