Geçen Perşembe günü Süleyman Nazif’in Firâk-ı Irak adlı eserini hatırlatmış ve bu eserde yer alan “Fuzûlî-i Bağdadî’den Nef’î-i Erzurumî’ye” başlıklı iç yakıcı yazısını gelecek yazıda ele alacağımı ifade etmiştim.
Zilkade 1335 (Ağustos-Eylül 1917) tarihini taşıyan bu metin, Bağdatlı Fuzulî’nin dilinden Erzurumlu şair Nef’î’ye hitaben yazılmıştır. Fuzulî, metnin hemen başındaki dört kıtalık şiirde, ebediyet âleminde birden derin bir sarsıntı hissettiğini, feleklere korku ve keder içinde neler olduğunu sorup da “Erzurum düştü!” cevabını alınca huzurunun kaçtığını söyledikten sonra şöyle devam ediyor:
“O şaşkınlık ve keder anlarında ağlaya ağlaya seni düşündüm. Ben de seninkine benzer bir kederle ölürken sesimde Irak’ın kalbi titriyordu. Kahraman Erzurum halkı İslâm’ın canlı bir kalesiydi; onun hatırası sonsuza kadar yaşayacak. Hak yolunda kadın erkek, çoluk çocuk binlerce şehit verdi. Şimdi her harap ovada bir ordu gömülü ve dağlar muazzam bir mezarlık.”
***
Nazif, bu şiirin ardından “Nef’î, ey benim ruhumdan doğan asil oğlum! Şimdi seninle biraz söyleşmek istiyorum. Önce senin buraya, bu ölümsüzler ülkesine gelişini anlatayım,” diye söze başlar ve ebediyet âleminde, inanmış şairlerin peygamberimizin şairi Hassan bin Sâbit’in etrafına toplanıp kendi dilleriyle Selahaddin-i Eyyûbi, Gazneli Mahmud ve Yavuz Sultan Selim’e kasideler söyledikleri bir andan söz eder. Meşhur kasidesi dolayısıyla peygamberimizin hırkasını hediye ettiği Ka’b bin Züheyr, birden bu kasideyi ilk okuyuşunda hissettiğine benzer bir heyecanla titrer ve der ki:
“Öbür dünyada üzerinde yaşadığım yıldız, ben buraya geldikten sonra kendi güneşinin etrafında bin defadan fazla döndü. Bununla beraber, inanmış şairlerden hangisinin başına bir hal gelse ben burada titreyip sarsılır, azap duyarım. Fakat bu seferki hâleti hiçbir zaman hissetmedim. O tövbe etmiş şair Mütenebbi eşkıya tarafından parçalanırken bile bu kadar sarsılmamıştım. Acaba fani âlemin ufuklarından atılan okların şu anda hangisine hedef oluyoruz?”
Tam o sırada, Nef’î görünür; kanlı başını iki eliyle havaya kaldırmış, ağlayıp inleyerek Dergâh-ı İlahi’yi aramaktadır. İranlı şairler Enverî ve Örfî, “Âh, o... Büyük şair Nef’î... Osmanlı padişahlarının zaferlerini terennüm ettiği mısraları yeryüzünden aksederken biz ruhlar heyecandan yerimizde duramazdık!” derler. Bütün ölümsüzler derin bir üzüntüye kapılmıştır.
Nazif, masum olduğuna inandığı Nef’î’yi idam ettiren IV. Murad’ı Allah’a şikâyet edişini manzum olarak yazmıştır. Bu üç kıtalık şikâyetnamenin son kıtasını sadeleştirerek sunuyorum.
Sana geldim şehit ve yapayalnız
Söyle ey Kur’an’ı indiren Yaradan
Söyle, yazdığım onca kasideye
Yakışır mıydı böyle bir ihsan?
Metnin devamını, Süleyman Nazif’in anlatımıyla ama mümkün olduğunca sadeleştirerek paylaşmak istiyorum.
H H H
Bu sözlerin ruhlar âleminde bir gürültü, bir feryat koparttı ey Nef’î! Kur’ân’a inanan her şair seninle beraber, IV. Murâd’dan senin masum kanının hesabını soruyordu.
Burada gece yok, gündüz yok. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmem. Seni Dergâh-ı Mevlâ’ya yönelmiş, dua ederken gördüm. Biz duayı yalnız fanilerden beklerken senin bu hâlin hepimizi şaşırtıyordu. Sözlerini can kulağıyla dinledim. Vecd içinde şöyle diyordun:
“İlâhî! Murad’ı affet, lütuf ve kereminle ondan razı ol! Benim kanım ona bin kere helâl olsun, o, eğer beni öldürttüğü için günahkâr ise, işte bütün amellerimin yazılı olduğu nâme, o günahı benim hesabıma kaydet. Ben eğer haksız olarak idam edilmiş olmakla sevaba girmişsem, bu sevabı sen onun amel defterine geçir yâ Rabbi! Beni affet! O yalancı dünyanın kendi gibi yalancı teessürlerine kapılarak bir zaman ondan sana şikâyet etmiştim. Günah ve suçumu affet İlâhî!
Sen böyle söylüyordun Nef’î! Hâlindeki bu değişmeye çok hayret ettim. O dakikadaki şevk ve şükranının sebebini sen, yine kendi ifadenle “Hem döner, hem eşkini eyler safasından revân” tavrında ölümsüzlere anlatırken diyordun ki:
“Sultan Murad, o benim büyük padişahım, Bağdat’ı nihayet geri aldı. Bakınız işte İmâm-ı Azam’ın türbesini tavaf ederek İslâm’a zafer diliyor. Şeyhülislâm şair Yahya Efendi de padişahın arkasında, hürmetle el bağlamış, gözlerinden mübarek çehresiyle aksakalına incilerden daha güzel yaşlar dökülüyor. Bakınız, işte Dicle, işte Fırat... Irak’ın bu iki hayat kaynağı da şimdi şevkle, şükranla ağlıyor. Yetim Irak, yetim Bağdat, ezelî babasına kavuştu. Keşke bin canım daha olsaydı da onları da verseydim! O vakit ben buraya şikâyet ederek değil şükrederek, titreyerek değil raks ederek gelirdim.”
Âh ey Nef’î! Bu sözlerin hepimizi vecde getirdi. Ve her taraftan bir şükran ve dua velvelesi yükseldi. Beklediğimiz kıyamet başka bir şekilde kopmuştu. Kur’ân’a inanan şairler, Hassan bin Sâbit’i imam ederek Allah’ın huzuruna yöneldiler ve kabul sözü alıncaya kadar Sultan Murad için Allah’tan gözyaşlarıyla af ve merhamet dilediler.
Şimdi, ey şair, sen de, ben de yetimiz; senin ve benim gibi birçok iman ehli de vatanın ve tarihin yetimidir. Benim Bağdat’ım da senin Erzurum’un gibi din düşmanları elinde inliyor.
Dicle’ye bak, dalgalarından, “Muhammed’in temiz ruhu gökte ağlıyor. Bozdular İslâm’ın bütün değerlerini. İmâm-ı Azam’ın içtihat ufuklarında şimdi çan, şerefli ezanla çarpışıyor!” feryadı buralara kadar aksediyor.
Allahu Ekber!
Fırat’ı dinle! Onun da dalgalarından “Ey Resul’ün iki gözünün nûru, ey Hüseyin, mübarek başın şehadetinle gövdenden ayrılıp gitti. İslâm’ın talihine bak ki bugün de meşhedini düşmana verip vatandan ayrı düşmüş bir yetime benzetti,” feryadı buralardan bile işitiliyor.
Allahu Ekber!
Ey Nef’î, ey benim ruhumdan doğan oğlum!. Biz şimdi her ikimiz aynı kaderi ve aynı derdi paylaşıyoruz. Gel, seninle beraber Sultan Murad’ın mübarek huzuruna yüz sürelim. O hamiyetli padişah bize hem delil olsun, hem şefaatçi.
Senin Erzurum’unla benim Bağdat’ımın burçlarında İslâm’ın hâkimiyet sancağının galibiyetle dalgalanacağı güne kadar bize düşen görev ağlayıp yalvarmaktır, biz bu görevi yerine getirirken Arş-ı A’lâ secdelerimizle titresin!
NOT. Meraklı okuyucularım, bu metinde geçen şairler hakkında internetten DİA İslam Ansiklopedisi’ne girerek geniş bilgi edinebilirler.