Hayatını çocuklara adamış değerli bir şair ve yazar olan Mustafa Ruhi Şirin, bayram vesilesiyle kurucusu ve başkanı olduğu Çocuk Vakfı adına şöyle bir mesaj yayımladı: “Zaman adalet, merhamet ve kardeşlik zamanı. İmkânı olan herkesi en yakınındaki yoksul aile ve çocuklara destek vermeye davet ediyoruz.”
Kovid 19 salgını yüzünden sokağa çıkma yasağı uygulandığı için bugün başlayan Ramazan Bayramı’nda sadece yoksul çocuklar değil, bütün çocuklar mahzun... Belki bayramlık elbiselerini giyecekler, fakat hiçbiri babalarıyla bayram namazına gidemeyecek, sokağa çıkamayacak, koşup oynayamayacak, eğer ayrı yaşıyorlarsa dedelerinin, ninelerinin ellerini öpüp bayram harçlığı alamayacak, kısacası bayram edemeyecekler.
Türkçenin güzel tabirlerinden biridir “bayram etmek”; her türlü sevincimizi ifade etmek için bu tabiri kullanırız. Lezzetli bir yemek yiyince midemiz, bir güzellik görünce gözümüz, güzel bir ses işitince kulaklarımız bayram eder. Ama bu bayram hepimiz için sevinçten ziyade hüzünle dolu... Üstelik birileri ağız tadımızı büsbütün bozmaya, yani bayramımızı zehir etmeye karar vermişler. Tam bayrama girerken, İzmir’de merkezî ezan sistemine sızıp camilerden aynı anda Çav Bella marşını çalarak yaraya tuz biber ekenlerden söz ediyorum. Polisimizin bu saygısızlığı yapan densizleri en kısa sürede yakalayarak adalete teslim edeceğinden eminim.
Yazarlık hayatım boyunca o kadar çok bayram yazısı yazdım ki ne yazsam daha önce yazdıklarını tekrar etmiş olacağım. Bu sebeple tam on yıl önce yazdığım “Lâtilokum” başlıklı yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum:
***
Haftada bir yazıyorsanız ve yazı gününüz bayrama denk gelmişse başka konu aranır mı? İyi ama, ne yazabilirim ki? Geçen yıllarda yazdığım bayram yazılarına baktım, söyleyebileceğim her şeyi söylemişim. En iyisi, dedim, eskilere bir göz atmak! Onlar günlük hayata daha fazla girer, aklınıza gelebilecek her konuda lezzetli fıkralar, denemeler yazarlardı. Mesela Refik Halid’e bakabilirdim.
İnkılâp Kitabevi, bu büyük yazarın bütün eserlerini yeniden -ve sadeleştirmeksizin- yayımlamaya başladığı için kısa da olsa bir yazıya niyetleniyordum. Fırsat bu fırsattı; hemen kroniklerini bir araya getirdiği kitaplarını hızlı bir şekilde gözden geçirdim ve Bir Avuç Saçma’da “Bayramlar Arasında Bir Mukayese” başlıklı yazısına rastladım. Hazret, bu yazısında iki dinî bayramı karşılaştırarak tercihini “Şeker Bayramı” dediği Ramazan Bayramı’ndan yana koymuş; çocukluğundan beri “kan manzarasile et kokusundan” hiç hazzetmez, Şeker Bayramlarına ise bayılırmış.
Refik Halid, Ramazan Bayramı’na ısrarla “Şeker Bayramı” diyenlerden. Birkaç yıl önce bu bayramın ismi konusunda basında hararetli bir tartışma yaşanmış, hatta yanlış hatırlamıyorsam, işgüzar bir köşe yazarı üşenmeyip meslektaşlarını “Ramazancı”, “Şekerci” ve “orta yolcu” tasnif etmişti. O zaman, bu çeşitliliği kavga konusu değil, Türkçenin ve kültürümüzün bir zenginliği saymak gerektiğini, benim neslimin ikisine de aşina olduğunu yazmıştım. Bildiğim kadarıyla, bayram ziyaretine gelenlere öncelikle şeker ve tatlı ikram edilerek bir bakıma yıl boyunca “ağız tadı” temennisinde bulunulduğu için Ramazan Bayramı’na halk arasında bu isim verilmiştir. Zaten bizde hemen herkesin çocukluğunda yaşadığı bayramlar şekerle özdeşleşmiştir. Bayram deyince benim gözlerimde de rengârenk horoz şekerleri canlanır.
Ne diyordum? Refik Halid, söz konusu yazısında, bir Kurban Bayramı sabahını uzun uzun tasvir ettikten sonra “Hâlbuki Şeker bayramlarına bayılırdım!” diyerek sözü çocukluğunun Şeker Bayramlarını getiriyor:
“Gözlerimi açar açmaz hususi olarak benim için yaptırılan şekerleme kutusunu elime uzatırlardı. Bu ya kadife kaplı, sırma şeritli yahut da atlas üzerine yağlıboya resimli, cici, nefis, şık bir şeydi. Sarı, parlak madenden mini mini anahtarı, saat kurulacağı kadar da küçük bir kilidi vardı. Heyecanla açardım. Bazan fondan dizisi, bazan gelin serpmesi, bazan kayısı şekerlemesi yüzüme güler, gözlerime sevinç ışığı, gönlüme saadet çırpıntısı dolardı. Ah o lâtilokumlar (...) Sonra İstanbul’un minimini, bembeyaz, sert ve gevrek badem şekerleri... Çocuk aklile bunları düşününüz, bir de kavurma tenceresini veya yahni sahanını... Elbette şeker bayramını tercih ederdiniz!”
Fondan, gelin serpmesi, kayısı şekerlemesi, lâtilokum... Sizin de gözlerinizde şekerci vitrinleri ve içlerindeki renk renk şekerlerle ışıldayan kavanozlar canlandı mı? Başkasını bilmem ama, bana hep şekerci vitrinlerindeki kavanozlardan bayram sevinci taşıyormuş gibi gelir. Hele o cânım akide şekerleri...
Refik Halid’in yazısından yukarıdaki bölümü iktibas ederken aklıma takıldı; acaba günümüz gençlerinden kaçı bu “lâtilokum” kelimesini duymuştur? Ve kaç kişi lâtilokumun “lokum”un babası olduğunu bilir? “Râhatü’l-hulküm”ün de büyükbaba olduğunu herhalde etimolojiyle ilgilenenler dışında bilen kalmamıştır. “Boğazı rahatlatan şey” anlamındaki Arapça “râhatü’l-hulküm” sözü Türkçede zamanla “lâtilokum”a dönüşmüş, o da kısalıp “lokum” olmuş. Fakat Refik Halid gibi Türkçeye hususi bir itina gösteren bazı yazarlar kelimenin “latilokum” halini de severek kullanırlardı. “Ah o lâtilokumlar!” cümlesi sizce sadece lokumun değil, kelimenin de lezzetini hissettirmiyor mu?
Burada bir parantez açarak her dilin bir mucize olduğunu hatırlatmak istiyorum. Bu mucizenin sırlarına bütünüyle vâkıf olmak, yani tarihin karanlık devirlerinden başlayarak nasıl oluştuğunu, nasıl ve nerelerden beslenip şekillendiğini, nasıl kıvama erdiğini bütünüyle anlamak imkânsızdır. Cahilce müdahaleler ve tasfiye girişimleri, yani dilin genetiğiyle oynamak, bu oluşum sürecinde kazandığı incelik ve zenginlikleri, daha da kötüsü, ruhunu yok edebilir. Misal mi istiyorsunuz? İşte bugünkü Türkçe! Renksiz, lezzetsiz, derinliksiz... Refik Halid’in eserlerinde bir zamanlar yapıldığı gibi, gelişigüzel sadeleştirmeler de aynı şekilde metnin ruhunu yok etmektedir.
Parantezi kapatıyor ve diyorum ki, lokumun her çeşidini severim; fakat benim favorim akide şekeridir. Kavanoz ve şekerliklerde nadide mücevherler gibi ışıldayan bu leziz tatlının hikâyesini de anlatmak isterdim, fakat yerim kalmadı. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ndeki “Akide Şekeri” maddesini ve aziz dostumuz Haluk Dursun’un kısa bir süre önce yeni baskısı yapılan İstanbul’da Yaşama Sanatı adlı kitabındaki “Akidenin Sırrı” yazısını okumanızı tavsiye ederim.
Bütün okuyucularımın İyd-i Fıtr’ını, Ramazan ve Şeker Bayramını tebrik ediyor, hiç eksilmeyecek bir ağız tadı diliyorum.
NOT. Bu vesileyle isimlerini andığım Refik Halid, Reşat Ekrem ve sevgili dostum Haluk Dursun’a Cenab-ı Hak’tan rahmet niyaz ediyorum.