Bu sıralarda rahmetli Erol Güngör’ün biyografisini yazmakla meşgulüm. Yakından tanıdığım ve birçok sohbetine katılma imkânı bulduğum, beni ve benim neslimden birçoklarını eserleri ve yazılarıyla besleyen bu büyük ilim ve tefekkür adamı “opus magnum”unu yazamadan çok genç yaşta hayata veda etmişti (24 Nisan 1983).
Erol Güngör’ün biyografisini yazmak demek, benim neslimin gençliğinde yaşadığı 1960-1980 arasındaki “korkunç yıllar”ı yeniden yaşamak demektir. 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayıp irili ufaklı darbelerle devam eden, özellikle ikinci on yılında ilan edilmemiş bir iç savaşın yaşandığı ve 12 Eylül 1980 darbesinin noktaladığı çetin bir yirmi yıldan söz ediyorum. Erol Güngör, hemen bütün eserlerini bu yirmi yılda yazmıştı.
* * *
Mümtaz Turhan’ın rahle-i tedrisinden geçen Erol Güngör, asıl sahası sosyal psikoloji olmakla beraber başta sosyoloji olmak üzere bu sahayla ilişkili bütün disiplinlerde geniş bilgi sahibi ve hocasının aksine, üniversite dışındaki kültür muhitleri ve çeşitli toplum kesimleriyle ilişki kurmak suretiyle akademizmin dar sınırlarını aşmış sıra dışı bir ilim adamıydı. Yine de hocasının koyduğu sınırlar yüzünden edebiyat ve sanata duyduğu büyük hevesin kursağında kaldığını düşünenlerdenim.
İlmin mahiyeti konusunda meslektaşlarından çok farklı düşünen Erol Bey, etrafımızda yaşanan veya içinde yaşadığımız gerçekleri ortaya çıkarmak bakımından sanatkârla ilim adamı arasındaki tek farkın metot farkı olduğu, sanatın -ilimden farklı olarak- hadiseleri ancak sezgiyle kavranabilecek derinlikleriyle verdiği kanaatindeydi, “Biz orada insan hayatımızın aksini bulur, kendimizi seyrederiz,” diyordu.
Bunları Erol Güngör’ün biyografisini yazarken edebiyat ve diğer sanatlarla ilişkisine özel bir önem verdiğimi anlatmak için yazıyorum.
* * *
Biyografisini yazdığım şahsiyetlerin musikiyle kurduğu ilişkiyi anlamak için de özel bir gayret gösteririm. Bu yazıda Erol Bey’in bu tarafından söz etmek istiyorum. Beyazıt’taki meşhur Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerince iyi tanınan rahmetli Ali İhsan Yurd, kendisiyle yapılan bir röportajda Erol Güngör’ün geniş bir musiki kültürüne sahip olduğunu, makamları rahatça birbirinden ayırabildiğini, hatta biraz da tanbur çaldığını söyler. Ancak tanbur çaldığı iddiası ailesi tarafından doğrulanmadı. Bildiğimiz, Münir Nureddin Selçuk’un Şan Sineması’ndaki meşhur konserlerine gittiği, hatta Şerif Muhyiddin-Safiye Ayla çiftinin evlerinde düzenledikleri müzikli toplantılara da birkaç defa katıldığıdır.
Erol Güngör, ayrılmaz bir ikili teşkil ettikleri Mehmet Genç hocamızla da klasik Batı müziği, özellikle Wagner dinlermiş. Bir Wagner tutkunu olan Mehmet Genç, Halit Ziya’nın Mehmet Rauf’a Batı musikisini sevdirmesi gibi, Erol Güngör’e bu zevkini aşılamaya çalışmış olsa gerek. Yazılarımı okuduğunu bildiğim aziz hocamın ne diyeceğini doğrusu çok merak ediyorum. Amerika’da Colorado Üniversitesi’nde çalışırken de Joan Baez ve Bob Dylan dinleyen Erol Bey, zaman zaman farklı müzik türlerini dinlemiş olsa da kültür ve medeniyet anlayışının tabii bir sonucu olarak Türk Musikisi’ne çok özel ilgi duyuyordu. Bir röportajda, musiki konusunda sorulan bir soruya verdiği cevapta o değil de Tanpınar konuşuyor gibidir:
“Musiki bir millî kültürün özünü teşkil eder, bu yüzden de bir kültürden diğerine aktarılması en zor olan unsurlardan biridir. Nitekim Türk müziğinin aleyhinde bulunanlar hep şu veya bu şekilde Türk kültürünün dışında yetişenler arasından çıkıyor. Bunların aleyhtarlığı sanat endişesinden değil, Batılı olma veya Batılı görünme heveskârlığından doğuyor. Ben Batılı müzikologlar arasında bizim klasik müziğimizi değersiz bulan tek kişiye rastlamadım. Sanattan anlayan bir kimse zaten ya Türk müziği yahut Batı müziği diye dogmatik bir tercih yapmaz. Meseleleri böyle siyah-beyaz tercihi hâlinde ele alanlara psikolojide biz ‘kapalı zihin’ adını veriyoruz.”
* * *
Erol Güngör’ün Yahya Kemal’in eserlerini okuduğu ve onun eski musikimizle ilişkisini iyi bildiği de yazılarındaki bazı atıflardan anlaşılıyor. Aynı röportajda, “istikbali Türk kültürünün istikbaline bağlı olan” musikimizin millî kültür devam ettikçe yaşayacağını, nitekim bu musiki okullarda ve radyoda yasaklanınca Türk kültürünün henüz kırılamayan gücü sayesinde yaşamaya devam ettiğini ve Yahya Kemal’in “Çok insan anlayamaz eski musikimizden – Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” mısralarının musikimizle milliyetimiz arasındaki münasebeti çok güzel ifade ettiğini söylemişti.
İskender Öksüz Bey, bir yazısında Töre dergisini Ankara’ya taşımadan önce Erol Güngör, Dündar Taşer ve Emine Işınsu’yla birlikte İstanbul’da sık sık gezintilere çıktıklarını ve zaman zaman geceleri Erenköy’de Yahya Kemal’in bir zamanlar devam ettiği sahil lokantasına gittiklerini anlatır. Yahya Kemal’in oturduğu masa, az sonra gelecekmiş gibi korunmuştur, yanındaki duvarda da fotoğrafı asılı durmaktadır. Bir gün bu lokantadaki sohbette, Erol Güngör, Yahya Kemal’in Nevakâr’ı tekrar tekrar dinleyişini anlatır, başka bir gün de İskender Öksüz’e bir Nevakâr uzunçaları hediye eder.
İskender Öksüz’ün biraz üzeri kapalı naklettiği Nevakâr’ı tekrar tekrar dinleme hadisesini Ahmet Hamdi Tanpınar “Yahya Kemal ve Türk Musikisi” yazısında anlatmıştır. O halde Erol Bey, Tanpınar’ı okumuştu. Ama bu başka bir bahis...
* * *
Erol Bey, bir yazısında “Itrî” şiirine atıfta bulunduktan sonra yaygın tabirle “çarpıcı” bir tespitte bulunur: “Yahya Kemal Itrî’den bahsederken mânâlı şeyler söylüyordu; biz bugün Itrî’yi överken boş lâf ediyoruz, çünkü onu duymak ve anlamaktan çok uzağız.”