Davul sesi bir zamanlar Ramazan aylarında sokaklarımızın vazgeçilmez musikisiydi, tamam. Bu geleneğin yaşatılmasını isteyenler var; biliyor ve hassasiyetlerine saygı duyuyorum. Fakat bazı geleneklerin zamanla öldüğünü, yaşatmaya çalışmanın anlamsız olduğunu düşünenlerdenim. Sahur vakitlerinde illâ davul çalınacaksa, belediyelerin bu işi sıkı bir nizama bağlamaları, her aklına esenin eline bir davul alıp sokaklara çıkmasını ve üç dört günde bir haraç toplar gibi kapılara dayanmasını önlemeleri gerekir. Eski mahalle sisteminde mahalleli davulcusunu tanırdı; günümüzde bu mümkün olmadığı için kapılarımıza davulcu olduklarını iddia ederek dayanıp para isteyenler kimlerdir, bilmiyoruz. Üstelik her seferinde başka bir davulcu (!) çıkıyor karşımıza. Sözün kısası, mevcut uygulama istismara açık, hatta çok tehlikeli... Bari çaldıkları davul, davul olsa...
***
Evet, eski mahallelerimizde davulcularımızı tanırdık. Güzel davul çalar ve esprili maniler söylerlerdi. Halit Fahri Ozansoy, Eski İstanbul Ramazanları (1968) isimli kitabında davuldan söz ederken boşuna coşmamıştır.
“Hey zaferlerin, şenliklerin davulu! Hey yüzyılların serhad boylarında, Tuna kıyılarında, Viyana kapılarında gürleyen! Hey Anadolu’da ve Rumeli’de, hâlâ, düğünlerde gelin alayının önünde ya arabada, ya bir atın üstündeki, diz kapaklarına kadar yüzü ve endamı örtülü, fakat yüreği şafak aydınlığı ile dolu, parmakları kınalı her taze gelini götüren! Hey mehterlerin elinde coşkun bir deniz gibi gürleyen, hey pehlivanlar güreşirken gümbür gümbür öten! Bayramlarda, seyranlarda, kara yağız, burma bıyıklı, ceylan gibi çevik, selvi boylu yiğit delikanlılara halay çektiren davul hey! Ve sen bizi vecde, niyaza, taate çağıran davul sesi! Hey Ramazana davulu! Sen hâlâ yurdumuzun her yanında uğul uğul uğulduyorsun!”
***
Eski davulcuların birer virtüöz olduklarını da Ahmet Rasim’den öğreniyoruz. Bir yazısına, “Ooh, bu Ramazan keyfim keyif. Bizim mahallenin bekçisi pek güzel davul çalıyor. Ciddi söylüyorum ki güzel çalıyor. İlk gecelerde birdenbire ‘Acaba davulsamış mıyım?’ dedim ama...” cümleleriyle başlayan üstad şöyle devam eder:
“Ciddi söylüyorum ki güzel çalıyor. Başka bekçiler gibi kak kak kak değil. Mangal başında uyuklayan halayığı yerinden hoplatan cinsinden de değil. Bizim musiki hocalarımızın Çifte Sofyan ile Yürük Aksak dedikleri usulden. Davulun derisi de tınlıyor. Pörsümemiş, tam ayarında gerilmiş. Çalmaya başladı mı, düm tekler yerinde. İnsan dümü de anlıyor, teki de. Hem garip bir etkisi var. Sesi uzaktan da hoş geliyor, yakından da...”
Eski İstanbul sokaklarında sahur vaktini duyuran davulcuların tasvir edildiği bir gazete resmi.
Eski davulcuların şimdikiler gibi değil, işlerinin ehli adamlar olduklarını ve öyle her davula tokmak sallamadıklarını söyleyen Malik Aksel de bir yazısında, Bekçi Ömer Ağa adında, Ahmet Rasim’in beğeneceği cinsten bir davulcuyu anlatır. Sahur vakitlerinde davulunu çalarken âdeta kendinden geçen Ömer Ağa, bazan poturlu diziyle davulunu havaya fırlatır, bazan havada, başı üstünde bir sağa bir sola döndürerek çalar, sonra döne döne ayak oyunları yapar, tokmağı kâh kasnağa vurur, kâh eliyle davul üzerinde tempo tutar, türlü ayak oyunlarına geçermiş:
“Ömer Ağa davulunu çaldığı sırada, sade kendisi değil, onu seyredenler de hafif hafif ona uyarlar, tempo tutarlar, hatta ayak uydururlardı. Bazan bir noktada durur, dakikalarca el kol hareketi yaparak davulunu çalar, kadın erkek, yanından ayrılamaz, Ömer Ağa’nın tokmağıyla çomağını seyrederlerdi. Onun geçtiği yerde kafalar kalkar, evlerine gidenler ökselenmiş gibi kalakalırlardı.”
***
Malik Aksel dedim de... Merhum, Ankara’da 1941 yılında açılan Üçüncü Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne altı resimle katılmış, otuz gün boyunca her gün gittiği bu sergide, sanatçıların birbirleriyle ve ziyaretçilerle yaptıkları konuşma ve tartışmalara, ziyaretçilerin resim ve heykellere bakarken yaptıkları yorumlara da kulak vermiş, bunları dikkatle not ederek devrin ünlü Halkevi mecmuası Ülkü’de neşretmişti. Muhavere tarzında yazılan ve daha sonra Sanat Hayatı: Resim Sergisinde Otuz Gün (1943) ismiyle kitaplaştırılan bu nefis yazılarda önemli kültür ve sanat meseleleri tartışılmış, mesela 20 Kasım 1941 tarihli yazıda koleksiyonculuk üzerine konuşulanlar aktarılmıştır. Sohbet sırasında, “şişman, mavi gözlüklü ressam”, davul ailesinden sazlara meraklı bir koleksiyoncunun evine dostlarıyla birlikte yaptığı ziyareti anlatır.
Yukarıdaki naif resim, taşbaskısı bir Ramazan Manileri kitabının “Üsküdar Faslı” bölümündedir. Resmin altında, “Köhne sözleri n’idelim / Taze edâlar idelim / Bu gece size sultanım / Kızkulesi’n methedelim” manisiyle başlayarak Kızkulesi hakkında maniler sıralanmış.
İstanbul’da Dizdariye mahallesindeki büyük, eski, üzeri soluk aşı boyalı konağını adeta bir davul müzesine dönüştüren adam, varını yoğunu bu sazlara harcamış; nerede kıymetli bir davul, tef, dümbelek, daire, kudüm vb. görse hemen satın alırmış. Bu meraklı adamın ziyaretçilerine davul cinsinden yüzlerce enstrümanı gösterirken anlattıklarından öğreniyoruz ki, kös dediğimiz büyük davullarda arslan derisi, Mevlevilerce kutsal sayılan kudümde deve derisi kullanılırmış. Bu sebeple “Kûs-ı Hakanî”nin sesi sarsıcı ve ürpertici, kudümün sesi de hararetli ve yanıkmış. Ramazan davuluna gelince... Koleksiyoncu, bu davul hakkında şunları söylemiş:
“Bunlar koyun derisinden olur, sesleri yumuşak tır. Eskiden Ramazan-ı Şerif’te kullanılan davulların içine kandil ya kıp mahalle mahalle dolaşanlar olurdu. Şimdi o adamlar tabii kalmadı.”
***
Evet, ne o davullar kaldı, ne o adamlar!