Hep benim başıma mı geliyor, bilmiyorum; otobüste, minibüste, dolmuşta, vapurda hatta parklarda, bahçelerde, kahvelerde mutlaka cep telefonuyla uzun uzun konuşan bir veya birkaç görgüsüze çatıyorum. Mesela vapurda oturup kitabımı açmışım, okuyacağım; yanımda yahut tam arkamdaki koltukta oturan biri açıyor telefonunu, başlıyor car car konuşmaya. Alacak verecek davalarını halletemeye çalışanlar mı ararsınız, sevgilileriyle kavga edenler mi ararsınız, ona buna akıl verenler yahut ne kadar mühim adamlar olduklarını hissettirmek için etrafa bıçkın bakışlar fırlatarak telefonun diğer ucundakine emirler yağdıranlar mı ararsınız!
Böyle adamlar yüzünden eğer mümkünse yerimi hemen değiştiriyorum; ama mesela bir dolmuşta yahut belediye otobüsteyseniz nereye kaçacaksınız? Bir keresinde tam ensemde bağıra bağıra konuşmaya başlayan bir tekstilci yüzünden Şehir Hatları vapurunun öteki tarafına kaçmıştım, ama sesi oradan bile duyuluyordu. Vapurdan inerken de karşılaştığım bu adamın -meselesini hâlâ halledememiş olmalı ki- konuşmaya devam ettiğini söylesem inanır mısınız?
Bazan öylesine bunalıyorum ki, teknolojinin en kötü icatlarından birinin cep telefonu olduğunu iddia edesim geliyor.
Cep telefonlarını her yerde fütursuzca kullanan genç kızlar da az değil. Yol kenarlarında sevgilileri yahut nişanlılarıyla gözyaşları içinde bağıra çağıra tartışarak bütün sırlarını ifşa eden kızlarla çok karşılaştım. Geçenlerde Altunizade’den Üsküdar’a gitmek için bildiğim sarı dolmuşta cep telefonuyla konuşmakta olan bir genç kızın yanına oturmak zorunda kalmıştım. Kim bilir kiminle konuşuyor ve ikide bir öfkeyle “Sen benim muhattabım değilsin!” diyor, daha kötüsü kullandığı kelimelerdeki bütün ş seslerini peltek s gibi telaffuz ediyordu. Sonunda “muhattap”ına “Essek!” dedikten sonra telefonunun kapatma tuşuna bastı. Alı al moru mordu.
Benzerlerine çok rastladığım kızcağız belli ki telefonda konuştuğu kişiyle ciddi bir problem yaşıyordu. Onun adına üzüldüm; fakat beni ve dolmuştaki diğer müşterileri, hiçbir şekilde alâkadar olmadığımız özel meseleleriyle üzmeye ne hakkı vardı? “Şimdi dolmuştayım, daha sonra konuşalım!” diyemez miydi? Yine de ben onun görgü noksanından ziyade “muhatap” kelimesini “muhattap” şeklinde ve ş seslerini dişlerinin arasından s’ye benzer bir sesle adeta tıslayarak telaffuz edişine takıldım. Belli ki Türkçesi, televizyonlardaki magazin programlarını ve dizileri seyrede ede bozulmuştu.
Ciddi programlarda da “muhatap” gibi bir yığın kelimenin bazı aydınlar ve politikacılar tarafından yanlış telaffuz edildiğine şahit oluyor ve hayretler içinde kalıyorum. Bunun ayrı bir yazı konusu olduğunu belirterek özellikle genç kızlar arasında yaygınlaşan tuhaf konuşma tarzına ve ş sesinin Türkçeden kovulmak üzere olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Kelime hazineleri son derece kıt olduğu için en çok kullandıkları kelimenin “şey” olduğu düşünülecek olursa, felaketin boyutları tahmin edilebilir.
Bir zamanlar Türkçenin en hası olan İstanbul Türkçesini en güzel konuşanların kadınlar olduğu söylenirdi. Şimdi galiba en kötü konuşanlar, onlar.
Tezkiye
Kenan Evren’in cenaze töreninde, imam efendi cemaate haklarını helal edip etmediğini sorunca, Yılma Durak’ın eşi “Haram olsun!” diye haykırmış. Bu davranış İslamî geleneğe aykırıdır, fakat hanımefendi gibi acı çekmiş, haksızlığa uğramış kişilerin duygularını da anlamak gerekir.
İslami cenaze törenlerinde “Müslüman hüsni zanna memurdur” prensibinin dışına çıkıldığı nadirdir. Ahmed Cevdet Paşa, Sadrazam Mehmet Emin Âli Paşa’nın tezkiyesinde, cenaze namazına katılan herkesin sustuğunu, yani imam efendi “Merhumu nasıl bilirsiniz?” diye sorunca hiç kimsenin “İyi biliriz!” demediğini, bu sessizliğin törene katılanları dehşete düşürdüğünü anlatır. İbnülemin Mahmud Kemal’in Son Sadrazamlar adlı eserinde, Cevdet Paşa’nın Maruzat’ındaki cümlelerini naklettikten sonra söyledikleri dikkat çekicidir: “... eşhâs-ı habîsenin tezkiyesinde bile -müteveffayı tanıyan ve tanımayan- cemaat ‘Müslim hüsnizanna memurdur’ dakikasına dikkatle bir ağızdan hüsni şahadette bulunduğu halde Hoca Paşa’nın naklettiği tezkiye bozuk görünüyor.”
Evet, hüsnizanda bulunmak ve hakkımızı helâl etmek bir fazilettir; ama bunun da bir sınırı olsa gerek. Katilleri, canileri, işkencecileri, ırz düşmanlarını, hayatı boyunca kötülük etmiş, başkalarının haklarını gasbetmiş zalimleri bile bile tezkiye etmek doğru mudur? Ulemanın bunu ciddiyetle tartışması gerektiğine inanıyorum.
Galiba en doğrusu, tezkiye etmek istemediklerimizin cenaze törenlerine katılmamak, öfkemizi kamuoyuna başka yollarla duyurmaktır.