Bahçelievler Belediyesi’nce yaptırılan ve doğumunun 100. yılı vesilesiyle büyük yazar ve düşünür Cemil Meriç’in ismi verilen kültür merkezi geçen cumartesi günü törenle açıldı. Konferans salonunda ilk faaliyet olarak düzenlenen ve Ayşe Böhürler tarafından yönetilen panelde üç konuşmacı vardı: Prof. Dr. Ümit Meriç ve Ali Saydam ve fakir... Cemil Meriç hayranı bir entelektüel olan Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun açış konuşması da doğrusu muhtevalıydı.
Program sonunda, konuşmacılara ve bütün dinleyicilere iki kitap armağan edildi. Biri Türk İrfanına Adanmış Bir Hayat: Cemil Meriç adını taşıyor. Diğeri ise içindeki yazılar Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa, Jurnal ve Mağaradakiler’den seçilip Braille alfabesiyle basılmış çok özel bir kitap: Cemil Meriç Eserlerinden Seçmeler...
İkinci kitap, doğrusu programa katılan herkesin takdir ettiği harika bir jestti. Gözleri görmeyen bir yazarın eserlerinden görmeyenler için bir kitap hazırlama fikri kiminse, onu bütün kalbimle tebrik ediyorum.
***
Çocuk denecek yaşta şiir yazmaya başlamıştım; güzel olduğuna inandığım şiirlerimi o yıllarda önemli bir edebiyat dergisi olan Hisar’a gönderir, ay başlarında kalp çarpıntıları içinde koştuğum gazete bayiinden her seferinde hayal kırıklığına uğramış olarak dönerdim. Fakat ismine ilk defa Hisar’da rastladığım bir yazar vardı ki, “Fildişi Kuleden” başlığı altında yazdığı kısa yazıları çok susamış biri gibi adeta içiyordum. Üslûbu çok farklı ve büyüleyici, her biri vecizeye benzeyen cümleleri sarsıcıydı. Hisar’da yazanların hiçbirininkine benzemeyen bir üslûptu onunki.
Cemil Meriç’in “görmeyen bir görücü” olduğunu ne zaman öğrendiğimi hatırlamıyorum. Bu acı gerçeği öğrendiğimde ona duyduğum saygı ve hayranlık bir kat artmıştı.
Gözleri gören biri, gözlerini kaybedenlerin neler hissettiklerini tasavvur bile edemez. Cemil Meriç’in çektiği büyük acının mahiyetini az çok kavrayabilmek için Jurnal’ini beklemek gerekiyordu. Yaşadığı ızdırabı, bu kitabın özellikle “Quinze-Vingts Geceleri” başlıklı bölümünü okuyunca anlıyor insan. Okumayı hayat tarzı hâline getirmiş birinin genç yaşta gözlerini kaybetmesi... Böyle bir ihtimali düşünmek bile bir çeşit kâbus.
***
Daha sonra Hareket dergisinde de yazmaya başlayan Cemil Meriç’le asıl tanışıklığım, “Fildişi Kuleden” yazdıklarını bir araya getirdiği, 1974 yılında yayımlanan Bu Ülke adlı kitabını okuduktan sonra başladı. Sahhaflar Çarşısı’nda bir kitapçıdan satın aldığım Bu Ülke’yi -yeni çıkmıştı- o gün Çınaraltı’nda okumaya başlayıp bir belediye otobüsünde bitirmiştim. Bu Ülke değil, dünyalar benim olmuştu. Çok geçmeden Umrandan Uygarlığa, Mağaradakiler, Bir Dünyanın Eşiğinde, Kırk Ambar ve diğer eserleri sökün etti. O bir yıldızdı artık; fildişi kulesinde gözlerini kaybetmek pahasına biriktirdiği hazinesindeki zenginlikleri cömertçe saçıyordu. Bu hazineden daha fazla istifade etmek için evine koşanların, ona kitap okuyup yazılarını dikte ederek yardım etmek isteyenlerin haddi hesabı yoktu. Evine yolu düşenler kütüphanesini anlata anlata bitiremiyorlardı.
Yeni bir çağa girmiştik, Cemil Meriç çağına...
***
Cemil Meriç’in kütüphanesi de başlı başına bir efsaneydi bizim için. Ağırlıklı olarak Fransızca kitaplardan oluşan muhteşem bir kütüphane... Kızı Ümit Meriç Hanım, yukarıda sözünü ettiğim panelde bu kütüphaneyi uzun uzun anlattı. Bir gün ziyaretlerine bir Fransız entelektüeli gelmiş; kütüphaneyi dikkatli ve hayretle inceledikten sonra, “Ama,” demiş, “bu bir Fransız entelektüelinin kütüphanesi... Bir Türk entelektüeli olarak sizin kütüphaneniz nerede?”
Ümit Hanım, “Bu sözler, bir Konya yolculuğu sırasında yaşadığı şoktan sonra babam için ikinci büyük şok olmuştu!” dedi.
Fransız mandası altında yaşayan Hatay’da bütün Türk gençleri gibi önceleri Türkçü olan Cemil Meriç, Büchner’in Madde ve Kuvvet’ini okuduktan sonra materyalist ve ateist, üniversite tahsili için geldiği İstanbul’da Nâzım Hikmet ve Kerim Sadi gibi aydınlarla tanıştıktan sonra da Marksist olmuştu. Daha sonra Fransızca kanalıyla keşfettiği Hind’e yönelmiş, kısacası yolunu düşürmediği mabet kalmamıştı. Ama yolu kendi ülkesine düşmüyordu bir türlü. Bir gün Konya’ya giderken yol arkadaşlığı yaptığı üniversiteli bir genç, anlattıklarını dinledikten sonra “Sen bizden değilsin!” deyince yaşadığı büyük şok, kendi tabiriyle “uçurumun kenarında uyanmasını” sağladı. Bu uyanışı anlattığı yazısında da şöyle diyordu:
“Bu hüküm hakikatin ta kendisi idi. Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu: Aldanmak ve aldatmak. Bu lânet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek, hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmağa başladım. Spinoza kırk dört yaşında ölmüş, Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.”
***
Cemil Meriç, sonunda Bu Ülke’ye, yani evine dönmüş ve eve dönemeyenlerle mücadeleye başlamıştı. Ama evin dışına adımını atmamış, dünyadan bîhaber yaşayanlarla uğraşmak da zordu. Onu okuduktan sonra anlamıştık ki, bir evimiz olduğunu asla unutmadan, onu asla ihmal etmeden dünyaya açılmak en doğrusudur. Büyük yazarı doğumunun 100. yılında rahmet ve minnetle anıyorum.