İnsanlık tarihinin büyük felaketlerinden birini yaşıyoruz. Ne kadar süreceğini, çaresinin ne zaman bulunacağını hiç kimsenin kestiremediği bir felaket...
Devlet kurumlarınca alınan kararlara uymak, doktorların tavsiyelerine kulak vermek, ümitsizliğe ve paniğe kapılmamak, dayanışma duygusunu canlı tutmak, bencillik etmemek ve Allah’a yakarmaktan yapabileceğimiz bir şey yok.
Göz kamaştırıcı teknolojik gelişmeler gerçekleştiren çağdaş medeniyetin bir virüs karşısında düştüğü çaresizlik, acziyet bütün insanlığı derin derin düşündürmelidir. Demek ki hidrojen ve atom bombalarınızın, gelişmiş silah sistemlerinizin, savaş uçaklarınızın, tanklarınızın, toplarınızın işe yaramayacağı saldırılarla karşılaşmak da mümkünmüş. Evet, coronavirüs saldırısı, dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olacak gibi görünüyor. Umarım daha barışçı, sömürünün sona erdiği, kıt kaynakların daha âdil paylaşıldığı bir dünyaya uyanırız.
***
Yaşadığımız bu büyük kriz hakkında yazabileceklerim, biliyorum, malumu ilamdan öteye geçmeyecek. İzniniz olursa sözü yine edebiyata intikal ettirmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, 6 Mart, Ömer Seyfeddin’in ölümünün 100. yılıydı. Balkanlar’da komitacılara karşı verdiği mücadeleden, Balkan Harbi’nden, esaretten ve 1918-1920 yılları arasında dünyayı kasıp kavuran İspanyol Gribinden sağ salim kurtulup doktorların fark edemediği şeker hastalığından hayatını kaybeden Ömer Seyfeddin’in şanssızlığı -onu anmak için planlanan bütün törenlerin ister istemez iptal edildiği düşünülünce- insanın içini acıtıyor.
Gönen’de, 11 Mart 1884 tarihinde dünyaya gelen bu büyük hikâyeci hayata veda ettiğinde 36 yaşındaydı. Kısacık ömrüne ve yaşadığı devrin olağanüstü şartlarına rağmen edebî mirası göz kamaştırıcıdır. Bana sorarsanız, Ömer Seyfeddin’in hikâyelerini okumadan özellikle Balkan Harbi öncesinden Mütareke devrine uzanan yirmi yılı derinliğine hissetmek ve anlamak zordur.
Son derece zeki, neşeli, nüktedan ve eskilerin tabiriyle “meclis-ârâ” bir yazar olan dostlarına her zaman “Cancağzım” diye hitap eden Ömer Seyfeddin hakkında Hakkı Süha Gezgin, “Başkalarını gıdıklayan keskin zekâsıyla ortalığı sarsar, güldüre güldüre aşinalarını kırıp geçirirdi,” dedikten sonra şöyle devam eder: “Ama onu böyle hiffete sevk eden derin, marazî bir ızdıraptı ve öyle sanıyorum ki Ömer, biraz da o iç yarasındaki acıyı unutmak için neş’e kloroformunu kullanıyordu.”
****
Birçok edebiyat dergisinin Ömer Seyfeddin’i ölümünün 100. yılında ihmal etmediğini, etmeyeceğini tahmin ediyorum. Türk Edebiyatı dergisinin Mart 2020 sayısında yer alan Ömer Seyfeddin dosyasında Nazım H. Polat, Hülya Argunşah, Muharrem Dayanç, M. İsa Yeşil, Tamer Kütükçü, Tahsin Yıldırım ve Muhammed Hüküm’ün yazıları var. Bu yazarlardan Hülya Argunşah’ın bir Ömer Seyfeddin uzmanı olduğunu ve bütün eserlerini külliyat hainde yayına hazırladığını hatırlatmak isterim. Nazım H. Polat da Ömer Seyfeddin’in bütün nesirlerini (fıkralar, makaleler, mektuplar ve çeviriler) tek ciltte bir araya getirmişti. TDK tarafından yayımlanan bu kitap bütün meraklılarının kütüphanelerinde bulundurması gereken önemli bir çalışmadır.
Ömer Seyfeddin hakkında ilk kapsamlı çalışma Tahir Alangu imzasını taşır. Ülkücü Bir Yazarın Romanı ismini taşıyan bu çalışmanın biyografi yazarlığımızda önemli bir merhale olduğu kanaatini taşıyorum. Necati Mert’in “İslamcı, Milliyetçi, Modernist Bir Yazar” alt başlığını taşıyan Ömer Seyfettin isimli kitabını da meraklılara tavsiye ederim.
Türk Edebiyatı dergisinin Ömer Seyfeddin dosyasında M. İsa Yeşil, “Ali Canip’in Kaleminden Ömer Seyfettin’in Son Günleri”ni yazmış. Selanik’te, Genç Kalemler dergisinde yolları kesişen Ömer Seyfeddin ve Ali Canip Yöntem, “Yeni Lisan” hareketini birlikte başlatmış ve isimlerini edebiyat tarihimize ayrılmaz bir ikili olarak yazdırmışlardır. Ali Canip, meğerse aziz dostunun son günlerini anlattığı bir günlük tutmuş. Yarın mecmuasında 1922 yılında yayımlanan bu günlükten İsa Yeşil’in aktardığı bölümler, tıbbın o yıllardaki aczini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Ömer Seyfeddin’in bir başka dostunun, Hıfzı Tevfik Gönensay’ın Vakit gazetesinde, 17 Mart 1336 (1920) tarihinde yayımlanan “Ömer Seyfeddin” başlıklı yazısından da bu büyük yazarın yanlış teşhis ve tedavi yüzünden göz göre göre ölüme gittiği anlaşılıyor:
“Son günlerde ‘Sıhhat! Ah, sıhhat!’ diye tahassür çektiği sıhhatini kaybederek yatağa düştüğü zaman hekimler asıl hastalığını anlayamadılar. Nevralgie dediler, değildi. Beyin romatizması dediler, tahakkuk etmedi. Ve benim pek sevdiğim zavallı Ömerciğim öldükten sonra yapılan teşrihten anladılar ki o sadece şeker hastalığından ölmüştü. Ne kadar garip bir tecellidir ki doktorlardan daima korkan bu şeker hastasına hekimlerimiz son dakikaya kadar mandalin ve portakal vermekten vazgeçmemişlerdi.”
Daha da kötüsü, Ömer Seyfeddin’in ölümünden sonra bir süre kimse ilgilenmediği için cesedinin Tıp Fakültesi öğrencileri tarafından -muhtemelen kimin cesedi olduğu bilinmediği için- kadavra olarak kullanılmış, kesilip biçilmiş olmasıdır. Bu işlem sırasında çekilen ve zavallı yazarı teşrih masasında çırılçıplak gösteren fotoğraf gazetelerde yayımlandıktan sonra bu büyük ihmal ve vurdumduymazlık fark edilir, fakat iş işten geçmiştir.
***
Ömer Seyfeddin’i vefatının 100. yılında rahmetle anıyor, yaşadığımız şu zor zamanların da bir an önce sona ermesini niyaz ediyorum.