Bir gece bütün Ankara sosyetesi Türk Ocağı salonunda bir opera temsilindedir. İsmet İnönü, Cumhurbaşkanlığı locasında yerini almıştır; yanında eşi Mevhibe Hanım, Başbakan Şükrü Saraçoğlu ve Maarif Vekili Hasan Âli Yücel vardır. İkinci perde başlarken kulaktan kulağa bir fısıltı ve yüzlerde gizlenmeye çalışılan bir tebessüm gezinmeye başlar: “Hasan Âli bıyıklarını kesmiş!”
Rivayete göre, İnönü temsil sırasında “Yahu Hasan şu bıyıklarını kessene!” demiş, o da uzun antraktta Millî Şef’inin emrini derhal yerine getirmiştir.
Bu hadiseyi Cevdet Kudret’in eşi İhsan Kudret, İhsan Benimle Çalışır mısın adlı kitabında anlatıyor. Aynı hadiseye Nadir Nadi de Perde Aralığından (1964) adlı hâtıratında değinir. 1943 yılı başlarında, bir gün Hasan Âli Yücel’i Ankara Palas’ın büyük salonunda bıyıksız görünce, “Hayrola üstad, neden kestin o güzelim bıyıklarını?” diye soran ve “Sorma! Millî Şef öyle istedi!” cevabını alan Nadir Nadi şöyle devam ediyor:
“Evet, Millî Şef öyle uygun görmüştü. Yalnız Hasan Âli’nin değil, başta Başbakan Saraçoğlu, dudağının üstünde erlik belgesi taşıyan bütün hükümet üyelerine bıyıklarını kazımalarını emretmişti. Onlar da bıyık yüzünden istifa edecek değillerdi ya, değişmez genel başkanın emrini yerine getirmişlerdi. Yalnız Suat Hayri Ürgüplü ‘Kesersem uğursuz gelecek’ gerekçesi ile direnmiş, bıyıklarını kurtarmıştı. Fakat hükümet üyelerinin çehresine bıyık yakıştıramayan Millî Şef, nedense kendisininkine dokunmaya lüzum görmüyordu.”
Yücel, devrin bütün bürokratları gibi, çehresini Hitlervari bir bıyıkla donatmıştı. Belki de savaşın Almanlar aleyhine döndüğünü fark eden Milli Şef, yeni devre işe suratları temizleyerek başlamak istiyordu, kim bilir!
***
Millî Şef’in arzuları istikametinde uygulanan yasak vekillerle sınırlı kalmamış, bütün askerlere ve devlet memurlarına bıyıkları kesme emri verilmişti. Tarık Buğra, bir yazısında, o yıl, yani 1943 yılında, yedek subaylığını yaparken yönetmeliğe uygun olarak bıraktığı ve özenle baktığı bıyığını kesmemekte direndiği için tam on bir sürgün cezası yediğini anlatır.
Matruş surat yakın zamanlara kadar “çağdaş”lığın olmazsa olmaz şartı olarak görülüyor, “Bıyıklar kesilecek, kes!” emri verilince usturalar çalışmaya başlıyordu.
Refik Hâlid Karay, Deli adlı tek perdelik piyesinde, matruş suratları yaşanan büyük değişimin önemli göstergelerinden biri olarak ele almıştır. Yazarının Atatürk tarafından affedilmesini sağlayan bu piyeste, Meşrutiyet’in ilânından iki gün önce delirip tam yirmi yıl sonra aklı başına gelen Maruf Bey, gördüğü değişiklikler karşısında hayretten hayrete düşmektedir; kendi zamanında matruş surat yabancılara has olduğu için duvardaki Atatürk fotoğrafını “matruş, yakışıklı bir İngiliz”in fotoğrafı zanneder.
Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hâtıraları’nda Atatürk’ün, Deli piyesindeki buna benzer cümleleri okurken gözlerinden yaş gelinceye kadar güldüğünü anlatıyor.
***
Ömer Seyfettin’in “Kesik Bıyık” adlı bir hikâyesi vardır. Bu hoş hikâyede bir gencin bıyıklarını modaya uyarak kısaltıp incelttikten sonra başına gelenler anlatılır. Önce annesi oğlunun farmason olduğunu zannederek “Ah hain alçak! Artık benim evladım değilsin!” diye feryadı basar, sonra babası açar ağzını, yumar gözünü; “Bıyıklarını kesmek hep pis bir şeye delalet edermiş. Öyle pis bir şeye ki...” Bu yüzden evden kovulan genç, yolda karşılaştığı sporcu arkadaşlarınca “Bonjur! Bonjur! İşte şimdi adama benzedin! Neydi o palabıyıklar? Mezardan kalkmış bir yeniçeri ağası gibi...” diye alkışlanır, Topkapı tramvayında yanına oturan bir hoca efendi tarafından da bıyıklarını sünnet-i şerife üzere kestiği için takdir edilir.
***
Eskiler sakal ve bıyığı “dünya süsü” olarak görür, sakalsız bıyıksız bir erkek düşünemezlerdi. Sermet Muhtar Alus’un anlattığına göre, İstanbul sokaklarında yerli kıyafetle dolaşan ilk matruş, Alman asıllı Blum Paşa’ymış; halk onu görünce çok şaşırır, “Akağalardan olsa gerek!” derlermiş. Beyaz harem ağalarına akağa denildiğini unutmamak gerekir.
Sakal ortodoksluğun da şanındandı; on sekizinci yüzyıl başlarında Deli Petro -Milli Şef’in bıyıkların kesilmesini emretmesi gibi- sakalların kesilmesini emredince Kazaklar bu emre karşı çıkarak Türkiye’ye sığınmışlardır. Evliya Çelebi’ye göre, sakal kesmek “Dünya süsünü bıraktım”, bıyık kesmek de “Ben varlığımdan geçip çirkin görünüşlü olmayı kabul ettim” anlamına gelirdi. Bazı sufiler, bu sebeple dünya ilgilerinden kurtulduklarını göstermek için sadece sakal ve bıyıklarını değil, vücutlarındaki bütün kılları tıraş ederlerdi. Cevlakiler onlardandır. Cavlak, cascavlak kelimeleri Cevlaki’den gelir.
Mehmed Âkif’in bıyıklıları
Mehmed Âkif, “İstibdat” şiirinde bir Abdülhamid devri paşasını tasvir ederken sakalını “ocak süpürgesi”ne, bıyığını da çalıya benzetir:
Bıyık o kırda yetişmiş diken yemişli çalı;
Ağız da in gibi aslâ görünmüyor, kapalı.
Başka bir şiirinde Meşrutiyet devrinin bazı aydınlarının bıyıklarına “Demet demetken o saçlar, ne muhtasar o bıyık” diye dokunan Âkif, Âsım’da gençleşme hevesine kapılan bir “mütekaid paşa”yı şöyle tasvir etmektedir:
Saç sakal tuttu ne hikmetse acâib bir renk;
Kalafatlandı bıyıklar, iki batman, bir denk!
“Bir Arîza” şiirinde de Cumhuriyet’in ilk yıllarında kendisinin ve şiirinin nasıl görüldüğünü alaylı bir dille şöyle anlatmıştır:
Mevzun düşürür saçmayı bir saçma adam var,
Manzûm sayıklar gibi manzûme sayıklar!
Zannım, mütekãid şuarâdan olacak ki:
Hiçbir yenilik yok, herifin her şeyi eski.
Hâlâ ne sakaldan geçebilmiş, ne bıyıktan;
Âsârı da memnun görünür köhne kılıktan.