Vincente Minnelli ve George Cukor’un birlikte yönettikleri, Türkiye’de “Ölmeyen İnsanlar” adıyla gösterilen “Lust for Life” (1956) adlı filmi kaç defa seyrettiğimi hatırlamıyorum. Vincent Van Gogh’u Kirk Douglas’ın, Paul Gauguin’i de Anthony Quinn’in oynadığı bu film, Irving Stone’un aynı ismi taşıyan biyografik romanından hareketle çekilmiş. 1934 yılında yayımlanan ve Türkçeye daha önce Aşk Humması gibi tuhaf bir isimle çevrilen bu romanın şu sıralarda yeni tercümesini okuyorum. Emir Ezer tarafından yapılan bu tercümenin ismi, orijinal isminin tam karşılığı: Yaşama Tutkusu.
***
Van Gogh’un Londra’da sanatla tanışmasından Auvers’te ölümüne kadarki hayatının roman kurgusu içinde anlatıldığı Yaşama Tutkusu, bu büyük sanatkârın karşısına çıkan büyük engellerle nasıl savaştığını, bu savaşın kazananı yoksa bile, ne zaman ayağı takılıp düşse sanata tutunup nasıl ayağa kalktığını anlatan 680 sayfalık bir roman...
Ankara’da yeni kurulmuş bir yayınevi olan Cümle Yayınları’nca Biyografi Dizisi’nin ilk kitabı olarak yayımlanan Yaşama Tutkusu’nu özel bir dikkatle okumakta olduğumu söyleyebilirim. Van Gogh hayranlık duyduğum ressamlardan biridir. Onun özellikle Arles’da ve hayatının son bir yılında St. Remy akıl hastahanesinde yaptığı resimleri çok severim. “Langlois Köprüsü”, “Ay Çiçekleri”, “La Crau”, “Vincent’in Arles’daki Odası”, “Serviler”, “Fırtınalı Bir Gecede Tarlalar”...
Amsterdam’da, bu resimlerin ve otoportrelerin orijinallerinin bulunduğu Van Gogh Müzesi’ni iki defa gezdim. Özenle düzenlenmiş salonlarda o nefis (ve şizofrenik) resimlere hayranlıkla bakarken ister istemez Vincente Minnelli’nin filmini hatırlamıştım; bu filmin Stone’un romanından uyarlandığını o zaman bilmiyordum. Yıllar önce TRT Televizyonunda da “Gauguin” adlı bir dizi yayımlanmıştı. On dokuzuncu yüzyılın öncü ressamlarından ikisinin -ki yakın dostlukları vardır- inanılmaz mücadelesini anlatan bu filmler, ve tabii Stone’un romanı, aslında Batı medeniyetinin oluşum sürecine dair ipuçlarıyla dolu.
***
Bir medeniyeti anlamanın kestirme yollarından biri de, o medeniyeti vücuda getiren öncü sanatçıların, ilim, fikir ve devlet adamlarının hayatlarını öğrenmektir. Gauguin ve Van Gogh gibi, zamanında anlaşılamamış, hem toplumla, hem kendileriyle kavgalı, eserlerinin değeri bugün milyon dolarlarla ölçüldüğü halde ömürlerini sefalet içinde tamamlamış sanatçıların hayatı, Batı medeniyetinin trajik özünü çarpıcı bir biçimde yansıtıyor.
Yerleşik değer hükümlerine karşı amansız bir mücadele başlatan öncü şairler, ressamlar, mimarlar vb., karşılarında geleneklere ve alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı bir toplumun ve taviz verildiği takdirde kendi konumları sarsılacak çevrelerin zaman zaman acımasızlık ölçüsüne varan direnişini bulurlar. Aslında bu son derece tabii bir süreçtir. Eğer mücadele sonunda bir başarı kazanılmışsa, kazanılan, büyük direnişe rağmen bir başarıdır ve bu sebeple önemlidir.
Gauguin, Van Gogh ve Cezanne gibi ressamlar, eğer direnişle karşılaşmasalardı, çok kolay bir zafer elde etmiş olacaklardı. Hemen kabul görmek onları muhtemelen bir çeşit konformizme itecek, mesela Gauguin, Tahiti’ye sığınmayacak, belki de az çok başarı kazanmış sıradan bir ressam olarak ömrünü refah içinde tamamlayacaktı.
Müsamahasızlık, söyleyecek farklı fikirleri bulunan ferdi -yılgınlığa düşüp iddialarından vazgeçmediği takdirde- daha kararlı bir şekilde mücadeleye zorlar. Bu çatışma sonunda, sanatkâr hayatı boyunca dışlanarak sefalete mahkûm edilse bile, toplum onu kabul ettiği zaman, getirdiklerine de hazır bir duruma gelmiş olmakta, böylece eğer bir “ilerleme”den söz etmek mümkünse, bu, toplumu da içine alarak gerçekleşmektedir.
***
Kendi dinamikleriyle modernleşemeyen toplumlarda (mesela bizde), “ilericilik” ve “öncülük” misyonunu üstlenen kesimler, sağlıklı gelişmenin temel şartlarından biri olarak görülmesi gereken direnişi hemen ezilecek kalkışmalar olarak görmüş ve ezmişlerdir. Hâlbuki “zafer biraz da hasar ister.” Gauguin’in Van Gogh’un ferdî mücadeleleriyle elde ettikleri başarıları, bizde, sanatçılar, devletin müdahalesiyle kazanmak istiyorlar. Hâlâ öyle... Bir sanatçı veya bir sanat kurumu, eğer kendi gücüyle ayakta duramıyor veya yaptığı işin önemli olduğuna inanıyor da başkalarını da inandırmak için her şeye rağmen mücadele vermiyorsa, varlığının mânâsı nedir?
***
Bu yazıyı, Irving Stone’un romanında Van Gogh’a söyletilen şu cümlelerle noktalamak istiyorum:
“Çalışmalarımın beni delirttiğini düşünüyorlar. Anlıyorum, sonuçta ressam gözünün gördüğüne kendisini fazlaca kaptırıp hayatının geri kalanına diğer insanlar kadar hâkim olamayan kimsedir, ancak bu onun bu dünyada yaşama hakkı olmadığı anlamına mı geliyor?”
NOT. Çiçeği burnunda bir yayınevi olan Cümle’nin çok güzel kitaplar yayımladığını okuyucularıma hatırlatmak isterim. Mesela Rauf Ahmet’in Büyük Harbe Nasıl Girdik adlı hatıratı, Ahmet Yaşar Ocak’la yapılmış söyleşilerden oluşan Benden Sual Ederseniz, Selçuk Küpçük imzasını taşıyan Türkiye Edebiyat Dergileri Atlası, Süleyman Nazif’in önemli eserlerinden biri olan Mehmed Âkif, bunlardan birkaçı.