Geçen Cumartesi gecesi, saat 21.00’de Türk Hava Yolları’nın TK 2981 sefer sayılı uçağıyla Ankara’dan İstanbul’a uçacağız. “Salona gidiniz” çağrısı yapılmış ve 314 numaralı salonda toplanmışız. Bizi Sabiha Gökçen Havalimanı’na götürecek uçak körüğe yanaşmış, bekliyor. Son zamanlardaki uçak yolculuklarımda en az kırk beş dakikalık gecikmelerden canım yandığı için çok seviniyor, içimden “Ne güzel,” diyorum, “bu sefer zamanında kalkacağız.” Fakat boarding vakti geldiği halde, derin bir uykuya dalmış gibi görünen uçağın ışıkları yanmıyor. “Hadi hayırlısı!” diyorum kendi kendime.
Derken salonu dolduran yolculardan bir şikâyet homurtusu yükseliyor. Bakıyorum, kapıdaki elektronik levhada 45 dakikalık gecikme duyurusu belirmiş. Sevincim kursağımda kalıyor. Yapacak bir şey yok! 45 dakikanın “tolere” edilebilir bir gecikme olduğunu düşünerek çantamdaki kitaplardan birini çıkarıp okumaya başlıyorum. Ama homurtular dinmek bilmiyor. Kapıdaki görevliyi THY yerine koyup -zavallının yapabileceği bir şey varmış gibi- horozlanan yiğitler var. Adamcağız, etrafta konuşulanlardan anladığıma göre, şöyle bir açıklamada bulunmuş: Uçuş ekibimiz Moskova’dan İstanbul’a gelen bir uçakta görevliymiş; oradan gecikmeli kalktıkları için... Bu açıklama bana hiç de inandırıcı gelmiyor, ama neyse...
Yeniden kitabıma dönüyorum, ama gözüm ikide bir elektronik levhaya kayıyor. Uçak hâlâ uykuda. Bir ara bir homurtu daha yükseliyor; elektronik levhaya göz atıyorum, gecikme bir saate çıkmış. “Lâ havle...” Salonda sinirler iyice geriliyor; irili ufaklı akıllı telefonlarla annelere, babalara, eşlere, sevgililere gecikmeyi bildirme telaşı başlıyor. Şarjları bitmek üzere olanlar -biri de ben- priz arıyorlar, ama öyle anlaşılıyor ki THY böyle bir ihtiyacın doğabileceğini hiç hesaba katmamış. Görevlinin etrafında biriken kalabalıktan yükselen itiraz seslerindeki öfkenin dozajı iyiden iyiye yükseliyor. Telefonuyla koltukların arasında volta atarak yüksek sesle konuşan orta yaşlı bir adamın yanımdan geçtikçe THY’ye verip veriştirdiğini anlıyorum. Bebekler ağlıyor, üç dört yaşlarında iki oğlan, bir kız çocuğu çok sıkılmış olmalılar ki çığlıklar, kahkahalar atarak koşturmaya başlıyorlar, başörtülü anne de peşlerinden...
Beni asıl sinirlendiren, hemen arkamdaki koltukta oturan iriyarı gencin sağ kolunu neredeyse enseme dayayacak şekilde arkalığa uzatıp “stres atmak” için parmaklarıyla piyano çalar gibi tıkırtılar çıkarmaya başlaması oluyor. “Şunu lütfen yapmayın!” diye uyarıyorum; parmaklarına bir süre hâkim olan genç yeniden bilmem kaçıncı senfoniye başlayınca kavga etmemek için kalkıp gözüme kestirdiğim boş bir koltuğa oturuyor, kitabımı yeniden açıyorum. Fakat okumak ne mümkün... Kapıya yakın bir koltukta oturan frapan giyimli bir genç kızın olup bitenlerden hiç etkilenmeksizin daldığı kitaptan başını hemen hiç kaldırmamasına hayran oluyorum. Okuduğu çok heyecanlı bir aşk romanı olmalı... Sonra böyle düşündüğüm için kendime kızıyor, “Ne biliyorsun aptal,” diyorum içimden, “belki de Friedrich Hegel yahut Martin Heidegger okuyordur!”
Gecikmelerin ardından ikinci defa boarding vakti gelmiş olmasına rağmen uçağa alınacağımıza dair bir işaret yok. Yolcular çağrılmadıkları halde kuyruğu giriyorlar; asıl kıyamet de ondan sonra kopuyor. Elektronik levhada korkunç bir duyuru: “2 st 20 dk gecikme”... Etrafta televizyon dizilerinin eşsiz Türkçesinden edinilmiş “Oha!”, “Yuh!” gibi nezih (!) sözler işitiliyor. Çok kahraman itirazcılar, protestocular ve kışkırtıcılar, talimat geldiği zaman kapıyı açıp yolcuları uçuş ve kimlik kartlarını kontrol ederek uçağa almak dışında sorumluğu olmayan memuru bunalttıkça bunaltıyorlar. İçlerinde en kahraman olanı, bağıra bağıra, ayakkabısını çıkarıp “2 st 20 dk gecikme” yazılı elektronik levhaya fırlatmaktan söz ediyor. Olup biteni uzaktan takip ettiğim için kapıdaki görevlinin kendini nasıl savunduğunu bilmiyorum.
Arkamdaki koltuklardan birinde oturan yolcu, karşısındaki arkadaşına yüksek fikirlerini anlatıyor; politik, sosyolojik ve psikolojik boyutlar taşıyan intinalı bir analiz yaptıktan sonra gecikmeyle başörtülü bir hanım yolcunun varlığı arasındaki derin ilişkinin varlığını keşfediyor. Onunla aynı sırada uçta oturan bir yolcu da, bir önceki müşterinin aksine piyano değil, adeta davul çalıyor, yani koltuğun arkalığını yumrukluyor. Arkalı önlü dörder koltuktan oluşan oturma gruplarında koltuklar birbirine bağlı olduğu için adamın her yumruğunda benim koltuğum da zıplıyor. Bir “Lâ havle” daha... Adamı ikaz ediyorum, aldırmıyor.
Aradan yirmi küsur dakika geçtikten sonra “2 st 20 dk gecikme”nin yerini “1 st 30 dk gecikme” ibaresi alıyor. Yaşasın, elli dakikayı kurtardık! Genel bir rahatlama... “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” buna denir işte. Son duyurular gerçeği mi yansıtıyor yoksa psikolojik bir operasyon mu, bilmiyorum.
Sonunda uçağa alınıyoruz. Saat 22.10... Uçuş kartımı kontrol eden memura “İnşaallah,” diyorum, “birkaç saat de uçakta beklemeyiz!” “Yok yok, beklemeyeceksiniz!” diyor. Şans bu ya, yolcular arasındaki bebekli iki hanımdan biri önümdeki koltuğa, diğeri arkamdakine oturuyor. Arkadaki bir süre sonra uykuya dalıyor, ama önümdeki bebek susacak cinsten bir yaramaz değil. Taze bir dede olarak bebek ağlaması beni pek rahatsız etmiyor, aksine hoşuma gidiyor. Fakat yolcular rahatsız olmasın diye onu susturmak için diller döküp maskaralıklar eden yaşlı kadın -genç anneyle konuşmalarından babaanne olduğunu öğreniyorum- yolculuk boyunca kendini paralamasının daha rahatsız edici olabileceğini hiç düşünmüyor.
Uçağımız yarım saatlik bir bekleyişin ardından kalkıyor ve 23.30’da Sabiha Gökçen’e iniyoruz. Perişan bir halde... Ya bir de hava trafiğinin “yoğunluğu” yüzünden İstanbul semalarında birkaç tur atmak zorunda kalsaydık, hâlimiz nic’olurdu? Lâf aramızda, ucuz atlattık!
Efendim, kıssadan hisseyi siz çıkarınız.