Perşembe günkü yazım hakkında yorum yazan bir okuyucum bu ülkede Tanpınar üzerinden prim yapmaya çalışan, yazı hayatlarını Tanpınar’a adayan ve şöhret için onu çeşitli kalıplara sokanlardan söz etmiş. Değerli okuyucumun kaygılarını anlıyorum; edebiyatımızı Tanpınar ve Oğuz Atay gibi birkaç isimle sınırlandırmanın yanlış olduğunu daha önce de galiba bir soruşturmaya verdiğim cevapta ifade etmiştim. Tanpınar ve Atay olmasaydı, edebiyatımız da olmayacakmış gibi bir hava yaratmak, çok önemli eserlere imza atmış yüzlerce şair ve yazarımıza haksızlıktır.
Ne var ki Tanpınar gibi bazı yazarlar, hayatî meselelerimizle ilgili çok önemli tespit ve tahlillerde bulunmuşlardır. Bu meselelerle ne zaman yüzyüze gelsek, onların ne dediklerini merak ederiz. Sadece hayatî meseleler mi? Mesela Tanpınar, eski şiirimiz, musikimiz, İstanbul’un meseleleri, florası, iklimi, mevsimleri, incelikleri, farklılıkları vb. hakkında ne söylediğini merak ettiğimiz, her seferinde bizi “Vay canına, tam da benim söylemek istediğimi söylemiş!” diye şaşırtan ve insanda söyleyecek bir şey bırakmamış duygusu yaratan yazarlardandır. Cuma akşamı başlayan ve muhtemelen bu yazıyı okuduğunuz saatte yağmaya devam eden kar’ı, Huzur romanından iktibas ettiğim şu paragraftan daha güzel tarif eden bir metin bulunabilir mi:
“Sanki bütün mevsimi -lodosların yalancı yazına aldanarak- tembel tembel geçiren kış, birdenbire bu şubat sonunda, tam şark usulü bir hızla harekete geçmiş ve bütün ihmallerini birkaç gün içinde tamamlamağa azmetmiş gibi, fırtına, sis, kar, tipi, eline ne geçerse hepsini kullanarak şehri altüst etmişti.”
***
İstanbul, Cuma gününden beri yaşadığımız kışın benzerlerini eskiden daha çok yaşarmış. Şair Gülşenî, Fâtih’e sunduğu Farsça bir kasidenin nesib bölümünde dayanılmaz soğuklardan söz ederken ateşin bile üşüdüğünü, onun için tir tir titrediğini söyler.
İstanbul’da bir zamanlar gerçekten ateşi bile üşütüp denizi donduran kışlar yaşanmıştır. Mesela 1621 yılında, 24 Ocak günü Haliç donmuş ve bazı cesur insanlar İstanbul’dan Galata’ya yürümüşlerdi. 9 Şubat’ta da Boğaz’da Sarayburnu’yla Üsküdar arasının donduğunu, insanların aynı şekilde, yürüyerek karşıdan karşıya geçtiklerini düşürülen tarihlerden biliyoruz. Hâşimî Çelebi, “Yol oldu Üsküdar’a bin otuzda Akdeniz dondu” tarihini bu kış için düşürmüştür. Neşâtî de aynı hadise için yazdığı tarih manzumesinde, böyle bir kışın dünya kurulalı beri yaşanmadığını, ağızlarda nefeslerin bile donduğunu ve insanların deniz üstünde “kara yer”de gezer gibi gezindiklerini söyler. Onun tarih mısraı da şöyledir: “Be meded dondu bin otuzda soğukdan derya.”
Geçen asrın başlarındaki kışlardan birinde de Haliç’in bütünüyle, Boğaz’ın ise kısmen donduğu kayıtlara geçmiştir. Veled Çelebi İzbudak’ın anlattığına göre, Bahariye Mevlevihanesi Meydancı Dede’si dayanamayıp Haliç’i kaplayan buzlar üzerinde tennuresinin eteklerini savura savura sema etmişti. Ne hoş bir manzara olduğunu gözünüzde canlandırabiliyor musunuz?
***
Daha yakın zamanlara gelelim: Karadeniz’den gelen buzların Boğaz’ı işgal ettiği 1929 kışı, İstanbul’un geçen asırda yaşadığı en şiddetli kıştır. Cengiz Kahraman’ın bu kışı orijinal fotoğraflar ve gazete haberlerini kullanarak anlattığı 1929 Kışı: Bir Şehir Efsanesi isimli harika kitabını okumanın tam zamanı... Dört yıl sonra yaşanan şiddetli kışın en zor günlerinden birinde de edebiyatımızın en güzel kış şiirlerinden birini, “Elhan-ı Şita”yı yazan Cenab Şahabeddin vefat etmiş (13 Şubat 1934), cadde ve sokakları kar yığınları istila ettiği için cenaze törenine en yakın dostları bile katılamamışlardı.
Hilmi Şahenk’in fotoğraflarından oluşan Bir Zamanlar İstanbul (1996) adlı kitaba bakınız, 1954 yılı Şubat’ında da Karadeniz’den gelen, bütün Boğaz’ı kaplamış buz kütleleri göreceksiniz. Sadri Sema, aynı tarihlerde yazdığı yazılardan birinde, “Nerede o bereketli kışlar?” diye sorar ve günlerce çeşitli şekillerde (kuşbaşı, tipi, sulusepken) yağan karın sokakları, evleri, ağaçları kat kat, katmer katmer beyaz örtülere sardığı, bütün saçaklardan salkımsaçak buzların sarktığı eski İstanbul kışlarını anlatır. Böyle kışlarda vapurlar işlemez, kervanlar yolunu şaşırır, çeşmelerde musluklar, su küpleri, testiler, sürahiler donar, aç domuz ve kurt sürüleri şehrin kapılarına dayanırmış.
***
Cins bir yazar ve bıçkın bir İstanbul çocuğu olan Refik Halid Karay’a gelince... “Bizim Edebiyatımızda Kar ve Kış” başlıklı yazısını okuyunuz, tuzu kuru kar ve kışseverlere ateş püskürdüğünü, divan şairlerinden başlayıp Edebiyat-ı Cedide’den çıkarak kardan zevk alan şairleri sıradan geçirdiğini, Cenab Şahabeddin’in “Elhan-ı Şita”yla da tatlı tatlı dalgasını da geçtiğini göreceksiniz. “Kar ile Yağmur” yazısında da kar hakkında “Tabiatın rengârenk tablosu üstüne sıvanan kaba bir badana” diye “dünyanın omuzuna yüklenen boş bir ağırlık” mı demez, “kof bir yük” mü demez, “üşütücü bir kürk” mü demez?
Tanpınar, herhalde kar ve kış konusunda Refik Halid’le anlaşamazdı. Tanpınar dedim de... Bu yazıya mademki onunla başladık, onunla bitirelim. Huzur’dan nefis bir kış tasviri:
“Bahçedeki ağaçlar üzerlerinden sarkan büyük buz parçalarıyla akşamın boşluğunda çok başka bir âlemden gelmiş ağır, yaşlı hayallere benziyorlardı. Hakikatte de böyleydi. İki gündür Mümtaz, yazılmamış bir şiiri, henüz şüphenin zehri değmemiş bir hakikati, hayat arzusuyla kırılmamış bir bütünlüğü andıran manzarayı seyretmeğe doyamamıştı. Sanki kendi idrâki ve kudreti üzerine kapanmış bâkir bir kâinattaydı. Bir elmas parçasının ortasında yaşar gibi bembeyaz bir dünyada yaşıyorlardı.”
NOT. Önemli bir gazeteci, yazar, değerli bir entelektüel ve renkli bir şahsiyet olan Refik Erduran, Cenab Şahabeddin gibi karlı bir günde vefat etti. 1990’larda aramızda samimi bir dostluk oluşmuştu. Gelecek yazıda bu dostluktan söz edeceğim. Kendisine Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyorum.