Kerkük hakkındaki yazımda “Altın Hızma Mülâyim” türküsünden söz etmiştim. Bu türküyü Abdurrahman Kızılay ve tenor İhsan Ekber’den dinledikten sonra CD koleksiyonumu gözden geçirdim, Abdülvahit Küzecioğlu’nun taş plak ve radyo kayıtlarından oluşan “Kerkük’ün Sesi” ve Mehmet Özbek’le Abdurrahman Kızılay’ın ortak albümleri olan “Mum Kimin Yanan”ı buldum. Birkaç gündür üçü de Kerküklü olan bu seçkin sanatkârlardan iç yakıcı Kerkük türkülerini dinliyorum. Anadolu türküleri gibi, gurbet ve hasret duygularıyla dolu, her birinin ardında derin acılar ve büyük aşklar bulunan türküler...
***
Türküler, ideolojik tercihleri ne olursa olsun, ayakları bu topraklara basan insanlar için vazgeçilmezdir. Çünkü mayamız türkülerle yoğrulmuştur; bu topraklardaki bin yıllık maceramızı, aşkımızı, isyanımızı, hasretimizi, acılarımızı, sevinçlerimizi, gurbet hikâyelerimizi anlatır türküler. Bizi anlamak isteyen önce türkülerimize bakmalıdır. Has bir türkü dinlediğinde titremeyen yüreklerin bu topraklarla bağları gevşemiştir.
Kendimizi asırlar boyunca türkülerle ifade ettik; bu türküler her neslin dilinde yeni anlamlar ve nüanslar kazanarak günümüze kadar geldi. Ancak birkaç idealist insan olmasaydı, yaşadığımız büyük kültür depreminde bu büyük hazine de yok olabilirdi. 1930’ların sonlarında başlatılan derleme faaliyetini bu sebeple çok önemli buluyorum.
***
Türkiye’ye 1935 yılında davet edilen Béla Bartók, bestelerinde kendi halkının müziğinden faydalanan ve halk şarkılarını ses ve piyanoya uygulayarak Macar ruhunu bütün dünyaya tanıtan bu ünlü bir besteci ve etnomüzikologdur. Tecrübesinden istifade etmek amacıyla Bartók’a gönderilen 1 Aralık 1935 tarihli davet mektubu, Remzi Oğuz Arık ve Hamit Zübeyr Koşay’ın arzuları üzerine, Ankara Üniversitesi’nde görev yapan ve Tarihte Türklük adında önemli bir eseri bulunan Prof. Dr. László Rásonyi tarafından yazılmıştı. Mektupta, ilim ve sanatta Alman etkisinin ağırlığını giderek daha fazla hissettirdiği ve her alanda Alman hocaların empoze edildiği, hâlbuki Macar zihniyetinin Türklere daha yakın olduğu belirtiliyordu. Beş ay sonra bir mektup daha yazıldı ve Bartók 2 Kasım 1936’da Türkiye’ye geldi.
Bartók, Türkiye’de kaldığı yirmi altı gün içinde üç konferans vermiş, Adnan Saygun’la birlikte, Adana, Osmaniye ve Toprakkale’de doksan üç halk türküsü derlemiş, bir de rapor yazmıştı. Macaristan gibi, Batı’yla asırlar boyunca iç içe yaşayan Türkiye’nin de Batı müziğine ilgisiz kalamayacağını, ancak çağdaştır diye bu müziği takip edilmesi gereken tek yol bellemenin yanlış olduğunu düşünüyor, Batı müziğini ve Türk müziğini çok iyi bilen bestecilerin yeni bir müzik biçimi yaratmaları gerektiğini söylüyordu. Bu hususu önemle vurguladığı raporunda öncelikle zengin bir halk müziği arşivi kurulmasını tavsiye etmişti.
Macaristan’a döndükten sonra Adnan Saygun’a bir mektup yazan Bartók, ülkesinden ayrılmaya karar verdiğini, istenirse Türkiye’ye gelebileceğini bildirdi, çünkü bu arada Nazilerle işbirliği yapan Macar yöneticilerin ağır baskısı altındaydı. Ne var ki Alman etkisi Türkiye’de de kendini güçlü bir şekilde hissettirmeye başlamıştı ve Paul Hindemith’lerin, Carl Ebert’lerin cirit attığı Ankara’da ona yer yoktu. Mektubuna cevap bile verilmedi.
***
Bartók’a cevap verilmese de, Ankara, onun tavsiyeleri doğrultusunda derleme gezileri yapılmasına karar vermişti. Halil Bedii Yönetken, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Necil Kâzım Akses ve teknisyen Arif Etikan’dan oluşan ekibin 1937 yılında, yani tam seksen yıl önce başlattıkları gezilerin asıl amacı, zengin bir arşiv kurarak halk müziğine dayanan çağdaş Türk müziğinin temellerini atmaktı. Bu müzik, devletin hayatımızdan tamamen kovmaya karar verdiği klasik müziğimize alternatif olarak düşünülüyordu.
Halk müziğine dayalı çoksesli bir Türk müziği yaratma amacına ulaşamayan bu teşebbüs, türkülerin kayda alınarak yok olmasını önlediği için hayırlı olmuştur. Hayırlı bir sonuç da, 17 Ağustos 1937 tarihinde Sivas’a giden derleme ekibinin Muzaffer Sarısözen’i keşfetmiş olmasıydı.
***
Sivas’ın köklü ailelerinden Sarıhatipzadeler’e mensup olan Sarısözen, müziğe duyduğu büyük ilgi dolayısıyla, Sivas ili hesabına İstanbul Belediye Konservatuarı’nın keman bölümünde okutulan idealist bir müzik öğretmenidir. Sivas’a bir misyon vehmiyle döner ve ilk iş olarak Batı müziği eğitimi veren bir okul açmak ister. Öğrenci bulamadığı için bu teşebbüsünde başarısız olan Sarısözen’in istikametini, 1930 yılında Sivas’a Milli Eğitim müdürü olarak gelen Ahmet Kutsi Tecer belirleyecektir. Birlikte Halk Şairlerini Koruma Derneği’ni kurar ve 1931 yılında, Âşık Veysel’in de keşfedildiği ilk Halk Şairleri Bayramı’nı tertip ederler.
Sarısözen’in asıl verimli çalışmaları, Sivas’a gelen derleme ekibine katılmasıyla başlamıştır. Kısa bir süre sonra Ankara Devlet Konservatuarı Folklor Arşivi şefliğine tayin edilen ve derleme faaliyetlerine 1953 yılına kadar devam eden Sarısözen, Ankara Radyosu Müdürü Vedat Nedim Tör’le Mesut Cemil’in ısrarları sonunda, 1940 Yurttan Sesler Korosu’nu kurmuş ve halk türkülerini kendi yörelerinde mahpus kalıp unutulmaktan kurtararak bütün Türkiye’nin malı haline getirmiştir.
Bugün türküler üzerinde konuşabiliyorsak Muzaffer Sarısözen ve onun izinden giden idealistler sayesindedir. Béla Bartók’un tavsiyesi doğrultusunda, halk ezgilerinden yola çıkılarak çağdaş Türk musikisi yolundaki çalışmalara gelince... Bu heves Türk Beşleri’nin kırık dökük denemelerinde kalmış ve konservatuarlarda, sadece klasik musikimiz değil, halk musikimiz de tu kaka edilmiştir.
NOT: Muzaffer Sarısözen’in soyadı, 1930’lardaki öztürkçecilik eğilimini yansıtır. Sözen, hatip anlamında uydurulmuş bir kelimedir, Sarısözen ise Sarı Hatip’in öztürkçesi. Sarıhatipzadeler’in yaşadığı Cami-i Kebir mahallesinin adı da Uluanak diye öztürkçeleştirilmişti. Benim çocukluğumun bir kısmı bu mahallede geçti.