Türk Edebiyatı Vakfı tarafından düzenlenen “Anar 80 Yaşında” başlıklı program, bugün saat 11.00’de vakfın Sultanahmet’teki merkezinde başlıyor. Öğleden sonra Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nde devam edilecek olan programda, Azerbaycan’ın yaşayan en önemli yazarlarından biri olan Anar Rızayev’in “edebî yaratıcılığı” hikâye ve romanlarından hareketle ele alınacak. Bu vesileyle yazarın totalitarizmi mizahî bir dille eleştirdiği “Yahşı Padşahın Nağılı” (İyi Padişahın Masalı) isimli ünlü hikâyesi, Türkiye Türkçesi dâhil, bütün Türk lehçelerine ve Farsçaya çevrildi ve tek kitap halinde “Anar’ın 80. Doğum Yılı Armağanı” olarak yayımlandı.
***
İmdat Avşar ve Pervin Nuraliyeva tarafından yayına hazırlanan “İyi Padişahın Masalı”nda, sansürden kaçmak amacıyla, masal formunda ve padişah, vezir, şair, ferman, hapishane gibi evrensel metaforlar kullanılarak Sovyet rejimi ustalıklı bir biçimde eleştirilmiştir. Kitaba bir takdim yazısı yazan İmdat Avşar, “İyi Padişah” metaforuyla dikta rejimlerindeki göstermelik “sevimli ve şirin görünme” gayretinin aslında yok olmakla sonuçlanacak büyük acziyetin ve çaresizliğin deşifre edildiğini söylüyor.
Bilindiği gibi, 17 Ağustos 1934 tarihinde yapılan “I. Sovyet Yazarları Kongresi”nde edebiyatın toplum ve rejim açısında hangi rolü üstlenmesi gerektiği tartışılmış ve Sovyetler Birliği’ni teşkil eden bütün cumhuriyetlerin şair ve yazarlarına rejimi tebliğ ve propaganda vazifesi verilmişti. Bu aynı zamanda rejime muhalif olduğu düşünülen yazarların susturulma, hatta yok edilme sürecinin başlangıcıydı. Kongre’nin hemen ardından başlayan ve 1937 yılında zirveye ulaşan kıyımda yüzlerce yazar ve şair “halk düşmanı” ilan edilerek ya kurşuna dizilmiş yahut Sibirya’ya sürülmüştü.
Stalin öldükten sonra baskılar az çok hafiflese de hiçbir zaman bütünüyle kalkmadı; düşünce her zaman tehlikeliydi. En cesur şair ve yazarlar bile en masum fikirlerini ancak sembolik bir dille ifade edebiliyor; çok zaman sembolik dil bile başlarının ağrımasını önleyemiyordu. Mesela merhum Bahtiyar Vahapzâde’nin başı bir keresinde böyle bir şiiri yüzünden ciddi bir biçimde derde girmişti.
Anayasada resmî dilin Azerbaycan Türkçesi olduğu hükmü yer aldığı halde devlet dairelerinde Rusçanın kullanılmasını “Latin Dili” isimli şiirinde Cezayir’in bir meselesinden söz ediyormuş gibi üstü kapalı bir şekilde eleştiren Vahapzâde, bir Cezayir seyahati sırasında yazdığı bu şiirde özetle şunları söylemişti: Bugün yeryüzünde bir Latin halkı yoktur, ama Latince hâlâ bütün canlılığıyla yaşıyor. Yani halk yok, dil var. Ancak yeryüzünde öyle halklar var ki, onların özleri yaşıyor, ama dilleri ölü. Cezayir halkı gibi. Şimdi hangisine ölü diyelim? Ülke ve halk varken tutsak olan bir dile mi? Yoksa özü kalan, dili ölen bir halka mı?”
***
Azeri, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen vb. yazarların sansürden kaçmak için kullandıkları yollardan biri de, “Ezop Dili” dedikleri sembolik bir dili kullanmaktı. Çarlık döneminde de yaşamış büyük bir yazar olan Resul Rıza eserlerinde bu dili kullanırdı. Anar Rızayev, “İyi Padişahın Masalı”nı babasından devraldığı bu dili kullanarak 1970 yılında yazmış ve sansürden kaçırmayı başarmıştı. Ama sansür yüzünden ister istemez kendi kendilerine sansür uygulayan yazarlar da vardı. Mesela Cengiz Aytmatov, “Yüz Yüze” isimli ilk hikâyesine Perestroika’dan sonra üç yeni bölüm ilave etmek ihtiyacını hissetmişti. Totalitarizmi çok açık bir biçimde eleştirdiği Cengiz Han’a Küsen Bulut isimli uzun hikâyesi ise aslında Gün Olur Asra Bedel isimli muhteşem romanının bir bölümüydü ve yıllar sonra bağımsız bir kitap olarak yayımlayabildi.
Aytmatov’un babası şair Törekul Aytmatov’un 1937 kurbanlarından olduğunu da hatırlatmak isterim.
Cengiz Han’a Küsen Bulut’un konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Büyük bir imparatorluk kuran ve Batı’ya doğru yıllar sürecek sefere çıkan Cengiz Han, dünyaya hâkim olma idealinin önüne çıkacak her türlü engeli kaldırmaya kesin kararlıdır. Bunun için ordusundaki askerlerin evlenmesini ve çoluk çocuk sahibi olmalarını yasaklar. Sefer boyunca Cengiz Han’ın üzerinde bir bulut birlikte hareket etmekte ve onu güneşten korumaktadır. Ordudaki subaylardan biri, sefer sırasında bayrak işleyen kadınlardan biriyle gizlice evlenir ve bir çocuk sahibi olur. Durum ortaya çıkınca, subay ve eşi idam edilerek cezalandırılır. Bakıcı kadın ise çocukla birlikte kovulur. Bu olay üzerine bulut Cengiz Han’a küser ve bozkırda tek başına kalan bakıcı kadınla çocuğun üzerine gelir ve onları güneşten korumaya başlar.
Bu hikâyede anlatılan bir olayın benzerinin Stalin döneminde yaşandığını bizzat Aytmatov’dan dinlemiştim: 1950’lerin başında tanınmış bir sinema yıldızı, ABD Büyükelçiliğinde görevli bir gence âşık olur, uyarılara rağmen bundan vazgeçmeyince, şöhretine filan bakılmaksızın Sibirya’ya sürülür, sevgilisi ise apar topar sınır dışı edilir.
Bu yıl, Aytmatov’un da doğumunun 90. yılıdır. Bu vesileyle geçen cumartesi günü, The Marmara Oteli’nde “Kültürel İşbirliği - Cengiz Aytmatov’un Mirası” konulu bir yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirildi. IRCICA, Türkiye Yazarlar Birliği ve Rusya-İslam Dünyası Stratejik Vizyon Grubu tarafından ortaklaşa düzenlenen, Türkiye, Rusya, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan gibi ülkelerden otuzdan fazla yazar, akademisyen ve diplomatın bir araya geldiği bu milletlerarası toplantıda Aytmatov çeşitli yönleriyle ele alındı ve kültürel işbirliğinin önemi vurgulandı.
***
Evet, 2018, Anar Rızayev’in doğumunun 80., Aytmatov’un doğumunun 90. yılıdır. Türk roman ve hikâyesinin büyük isimlerinden Tarık Buğra’nın da 2 Eylül 1918 tarihinde, yani tam 100 yıl önce doğduğu umarım unutulmaz.