Başbakan Ahmet Davutoğlu partisini olağanüstü genel kurula götürme kararını açıkladığı konuşmasında “refik” kelimesini kullanınca halkımız Google’a hücum etmiş. Binlerce kişinin Refik adını taşıdığı bir ülkede, bu kelimenin TDK sözlüğünde bugüne kadar 234 milyon 702 bin 21 defa sorgulandığı doğruysa, yandı gülüm keten helva...
***
Yakın tarihimizin belli dönemlerinde devlet ve bazı aydınlar, memleketin başka meselesi yokmuş gibi, Türkçeyi “refik” gibi “yabancı” saydıkları bütün kelimelerden arındırmayı kendilerine iş edinmişlerdi. Mesela Milli Şef yönetimi, İkinci Dünya Harbi sırasında ve sonrasında, bu büyük harbin yarattığı hayatî meselelere çözüm aramak yerine, bütün gücüyle Türkçe meselesine abanmış, ilmî terimlerin öztürkçeleştirilmesi için İstanbul Üniversitesi’nde komisyonlar kurdurmuştu. Bu işgüzarlığa kararlı bir şekilde muhalefet eden tek ilim adamı, kudretli bir hukukçu olduğu kadar seçkin bir entelektüel olan Ali Fuat Başgil’di. Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir yazısında bu teşebbüsü ağır bir biçimde eleştirince Nurullah Ataç ve Falih Rıfkı Atay gibi yazarlar tarafından yaylım ateşine tutularak ne geriliği bırakılmıştı, ne örümcek kafalılığı...
Başgil, kendisi hakkında yazılanlara cevap olmak üzere iki yazı daha kaleme alarak Ankara’yı çok öfkelendirdi. Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, bu haddini bilmez (!) hukuk profesörünü cezalandırmanın yolunu bulmak için yazdıklarının Memurin Kanunu’na göre siyasî mahiyet taşıyıp taşımadığı hususunda Adliye Vekâleti’ne bir tezkere yazmış ve İstanbul Üniversitesi’nden dosyasını istemişse de netice alamamıştır.
***
Başgil, daha sonra Türkçe Meselesi (1948) adıyla kitaplaştırdığı bu yazılarında hukuk dili meselesini aşarak bir çeşit dil felsefesi yapmaktadır. Şu cümlesine dikkatinizi çekmek isterim:
“Yerli ve yabancı muhtelif dil elemanlarının tarih kazanında kaynaya kaynaya helmelenip hamur olmasından meydana gelen ve her büyük milletin dili gibi, iç ve dış mantığının icaplarına göre, yavaş yavaş, fakat devamlı bir tekâmül süzgecinden geçerek süzüle süzüle bugünkü berraklığını bulan (…), sayısız fikir ve kalem sahibi nesillerin asırlar içinde göz nuru dökerek karınca sabrıyla işleyip şimdiki inceliğine eriştirdiği atalar mirası...”
Millî kütüphanemizi dolduran ve bugünümüzü dünün asaletine bağlayan binlerce ilmî ve edebî eserin bu sessiz ve mukaddes dili, Başgil’e göre, her kelimesinde asil bir milletin biriktirdiği mânâ ve hatıraları saklamaktadır. Türkçe, “lisan şekline girmiş millî ruhumuz, hararet ve heyecan ocağımız”dır. Bu dili öztürkçeleştirme iddiasıyla değiştirmeye kalkışmak, bu ruhu öldürmek, bu ocağı söndürmekten başka netice vermez. Kısacası, “bir milletin dili beş on senenin, bir iki neslin işi ve eseri değil, asırlar içinde nesillerin dimağındaki dil hafızası merkezleriyle köklü bir tabiat ve istidat hâline gelmiş ve nev’in biyolojik varlığına yerleşmiş bir alışkanlıktır.”
***
Ali Fuat Başgil, Türkçe Meselesi’nde, asırlar içinde oluşmuş Türkçenin “toplum mühendisleri”nce budanıp ruhunun yok edilmesine şiddetle karşı çıkarken Senatör Marcellus’un dile yeni bir kelime ilave etmek isteyen Roma İmparatoru Tiberius’a itirazını hatırlatmıştı.
Marcellus, imparator olmasına aldırmaksızın sözünü kestiği Tiberius’u memleketin diline hürmete davet edince, Senatör Capito, “Bahis mevzuu ettiğiniz kelime mademki Roma İmperium’unun şanlı sahibi Sezar’ın ağzından çıkmıştır, artık memleket dili olmuştur. Bilesin ki Sezar her şeyin üstünde ve her şeye kadirdir!” diyerek arka çıkar. Bunun üzerine Marcellus, “Capito yalan söylüyor, Sezar!” der, “Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatını verir, mevki ve rütbe ihsan edersin, fakat memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma hakkını veremezsin!”
Capito’nun sözleriyle “Vekâlet’in emri Millî Şef’in emridir!” diyerek Şef’in emrini ilim adamlarının fikrinden üstün tutan Hasan Âli Yücel’in sözleri arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır.
***
Marcellus’un devletle memleket dili arasındaki münasebetin mahiyetini iki bin sene önce belirlediğini düşünen Başgil, “memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma hakkını veremezsin!” sözünde, toplum mühendisliğinin bir dalı olan dil mühendisliğine karşı çıkışın prensibini görmüştü. “Memleket tarihinin ve psiko-sosyolojik varlığının mahsulü ve asırlar içinde nesillerin birbirine devredip emanet ettiği bir ocak mirası ve bir ecdad mülkü” olan memleket diline, “kimsenin hükümet adamı sıfat ve otoritesiyle tasarruf hakkı” olamazdı. Kelimenin menşei değil, o memleket dilinin bir parçası hâline gelmiş olması önemliydi.
Sonunda ne mi oldu? Binlerce kişi, Başbakanımızın kullandığı “refik” kelimesinin ne mânâya geldiğini öğrenmek için Google başvurdu.
Az kalsın unutuyorum: Türkçeyi en güzel kullanan yazarlarımızdan birinin adı Refik’tir, Refik Halit Karay...
Falih Rıfkı Atay, ‘Çankaya’da ne diyor?
(Atatürk’ün) Bu dar özleştirme sıkıntıları içinde, bir gün, arkadaşlarından birine bir nutuk söylettiğini hatırlıyorum. Hiçbir yabancı kelime kullanmayacaktı. Ayağa kalktı, nutuk bir kekelemeden ibaretti. Kendisine dedim ki:
- Sanki İç Asya’dan gelen biri size derdini anlatmaya çalışıyor. Ama derdi nedir, galiba hiçbirimiz öğrenemedik. Güldü. Sonra yalnız olduğumuz bir gün, “Çocuğum beni dinle,” dedi, “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakırlar mı? Bırakmazlar... Biz de çıkmazdan kurtarma şerefini başkalarına bırakamayız.”
Fakat bir noktada ısrar etti. Türkçede kalacak kelimelerin aslında Türkçe olduğu izah edilmeli idi. Atatürk ile anlaşamadığım pek sayılı meselelerden biri budur. Ben yabancı kelimelerin bir dilin millî olması bakımından hiçbir zararı olmayacağı fikrinde idim Türkçenin bağımsız dillerden biri olacağına asla şüphe etmezdim. Bunun için de dilbilgisinin tabii kanunlarını zorlamanın faydasız olduğunu söylerdim. Bu izah zorlamaları yüzünden sarıldığı Güneş-Dil Teorisi’ne kıymet vermezdim.
Celal Bayar’ın bir hatırası
Ali Fuat Başgil, hatıralarında Türkçe kavgasını anlattığı bölümde, Nurullah Ataç, Falih Rıfkı Atay ve Besim Atalay’ın kendisi hakkında yazdıklarından söz ederken, “Meğer ben neler imişim de kimse farkında değilmiş. Efendilerine acı tenkitler savurduğum zaman herkes uyanmış ve beni tanımış. Despotik idarelerin şaşmaz kaidesi...” diyor ve Celal Bayar’dan dinlediği bir hatırayı şöyle naklediyor:
“1938’de İnönü Cumhurreisi ve ben Başvekilim. Hasan Âli Yücel de Maarif Vekili tayin edildi. Tebrik ziyareti olarak kendisine gittim. Bazı meseleleri konuştuktan sonra, dil çalışmaları hakkında ne düşündüğünü sordum. Hasan Âli bana, bu hareketin katiyen aleyhinde olduğunu, Türkçenin içinden çıkılmaz bir hâle geldiğini ve bu hareketten dönmeye kararlı olduğunu söyledi. Hatta o zamanki ‘Kültür Bakanlığı’ tabirini değiştirdiğini ve yerine eski ‘Maarif Vekâleti’ tabirini aldığını, bu husustaki tezkerenin Başvekâlete takdim edildiğini ilâve etti. Ben “İlerisine gitmeyelim, fakat geriye de dönmeyelim” cevabını verdim. Hasan Âli bunu da kabul etmedi ve nokta-i nazarında ısrar etti. Ayrıldıktan sonra, meseleyi ehemmiyetli gördüğüm için, konuşmayı Devlet Reisi’ne arz etmeyi muvafık buldum ve doğruca Çankaya’ya gittim. İnönü bana aynen şunları söyledi: ‘Çok isabetli cevap vermişsiniz. Ben de bu kanaatteyim. Daha ilerisine gitmeyelim, fakat geriye de dönmeyelim. Bu meselede son kararımız bu olsun’ dedi.” (Ali Fuat Başgil’in Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1990, s. 147.)