Aşık Veysel demiş ya, “Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece…” Başı sonu belli bir yol üzerinde dolanıp duruyoruz hepimiz, bu yolun yolcuları olarak. Bilmiyoruz ne haldayız, gidiyoruz yine de. Ne halde olduğumuzu bilmek için belki ayna tutmak gerekiyor yola, yolculara.
***
Hep suratına makyaj yapılan insanların öyküleri anlatıldı bizlere, top sektirmesini bilenlerin, pahalı zevklerin, ucuz cesaretlerin, bozuk paraların insanları.
Yani yüzü sürekli ekranlara, spotlara dönük insanların öyküleri.
Oysa aynı yolda yürümüyor muyduk Boyacı İsmail’le, Irgat Ekrem’le, tersane işçisi Ahmet’le, süt sağan Ayşe Nine’yle, ayağını bir mayın tarlasında bırakan kaçakçı Şahan’la, şehit düşen Mehmet’le…
Başları bitli, burunları sümüklü çocuklar da aynı yolda bizimle birlikte yürümüyorlar mıydı?
***
Tayfun Talipoğlu’nun geçen hafta vefat haberini duyduğumda bunları düşündüm. İşte Tayfun Talipoğlu yolun diğer kahramanlarını hatırlattı diğer bütün yolculara. Atladı jeep’ine, bastı Bam Teli’ne ve tuttu aynayı öteki Türkiye’ye. Gidilmeyen, gidilse de görülmeyen, görülse de görmezlikten gelinen diyarlarda, zulalara saklanan sevdaları, hayatları yansıttı ekranlara.
***
İçimden geldiği gibi birkaç kelam edeyim, izninizle.
Bu güzel memlekette gazetelerin birinci sayfalarını herkes okuyor tamam, peki ya satır aralarında kaybolan hayatlar? Evine ekmek götüremeyen adamın, evi uzaklarda olanın psikolojisiyle ilgilenen kaç psikoloğumuz, sosyal hizmet uzmanımız, televizyon programcımız var? Peki ya ilahiyatçılarımız? Bu mevzularda en çok duyarlılık göstermesi gereken ilahiyatçılar, insanlarımızın yüzyıllardır kıldığı namazın yanlış olduğunu söylemekten başka bir şey yapıyorlar mı?
Peki ya devletimiz gazetelerin üçüncü sayfalarında, satır aralarında kaybolan hayatları ne kadar okur?
***
Devlet, yönetim anlayışı ve toplumsal düzenin insana dayandığı bir organizasyonun adı. Bu yapının başlıca vasfı, ‘unutkan olmayan’ bir teşkilat. Küçük gözlerle hayata bakan, kaldırımları kendine yoldaş edinen, pazara gelemeyen, dahası umutsuz yüzler görüyorsak ‘devletimiz unutkandır.’ Yani unutkan bir devlet karşımızda duruyor demektir.
***
Lafı evirip çevirmeden söyleyelim. Bu ülkede ‘unutulanlar’ bu toplumun en zayıf unsurları. Yani kimsesizler, çaresizler, evleri uzakta olanlar. Devlet unutkansa tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Tehlike çanları işte unutkanlık zamanlarında çalıyor; yalnız onlar için değil, devlet için de. Hepimiz için. Devlet ‘kimsesizlerin kimsesidir.’ Devletin hafızası devlete, şefkate en çok ihtiyacı olanlar için anlamlı. Güçsüzler, onuruyla yaşamak isteyenler, geleceğe umutla bakmak için devletin varlığını hissetmeliler. Devlet baskı aygıtlarıyla değil, vicdanıyla varlığını hissettirmeli insanına. Çelik değil, ipek eldivenini giymeli. Bir hayır kurumu olsun demiyorum devlet, sadece hayra muhtaç insanların azalmasını sağlayacak politikalar üretsin, açken doyuran, açıkken giydiren bir geleneğin emanetçisi olduğunu unutmasın.
***
Tayfun Talipoğlu’nu hatırlamam boşuna değil. Çünkü o kendilerinden hep seyirci olması beklenen insanları yolun gerçek kahramanlarına dönüştürdü.
***
Öyledir ama bu ülkenin çocukları. Kendisine uzanan eli karşılıksız bırakmaz. Muhabbete muhabbetle karşılık verir.
Kitabın ortasından son bir iki kelam daha. Yazar çizerlerimiz çok tarafgir, çok politik artık. Ya o tarafın ya bu tarafın hizmetinde. Kaç okur yazarımızın hakikat diye bir derdi var? Gazetecilerimiz, televizyoncularımız sadece “şu şöyle olsun, bu böyle olsun” demekle meşguller oturdukları yerden.
***
Elleri kaba, suratlarında derin izler taşıyan insanların acılarını, dertlerini, özlemlerini kim dile getirecek, ekranlara taşıyacak?
Makyajsız insanlar yüreklerini yola serer.
Yola talip olan, yolcuyu seven sosyoloğumuz, ilahiyatçımız, televizyoncumuz olmayacak mı?