Bir yerden ayrılıyoruz ama eksilmiş gibi değiliz. Hissedilmiyor ayrıldığımız. Bıraktığımız yeri boşaltmış olmuyoruz.
Bir eksiklik hissedilmiyor biz gidince.
Gittiğimizde sahipsiz kalan bir sıfat yok.
Terk ettiğimiz cümleler yarım kalmıyor. Belki de, bizi, cümleler ilk terk eden oluyor.
***
Buraya gelmeden, burayı tanımadan, burayı adımlamadan devam eden bir hikâyenin içine doğarız.
Dokusuna temas ettiğimiz karanlık bir yol gibi, belli belirsiz esintisi tenimize değiyor ama önümüzü göremiyoruz. Göz kapaklarımıza vuran sisler de aydınlatmıyor zihnimizi.
Dereye serili kilimler... Kilimin üstündeki geyik resimleri, kuş resimleri, memleket çizgileri... Coşkun suların altında koşup duran geyikler, uçup giden kuşlar... Her şey hep tabii hep ansızın.
Doğduğumuz evi seçebildik mi, kalbimizin en derin köşelerinden hatırladığımız o kilim desenleri bu hikâyenin bir parçası mı bilmiyoruz. Bilinmezliği mi bu yolu yürümeye değer kılıyor emin değiliz.
Sarıldığımız her şeyi sımsıkı tutuyoruz, tenimizde yaşamak yeterli gelmiyor. Tam ortasına düştüğümüz bu ruh yolculuğunda yere sapasağlam basmak istiyoruz, toprağı kucaklamak.
Suya attığımız taşlar dibe çökmeden başlıyoruz veda türküsünü söylemeye. Geç kalma korkusu hissizleştiriyor belki de ayrılığımızı.
Boşlukları dolduran ruhlar kadar tanımıyoruz toprağı, uzanamıyoruz boylu boyunca kilimlere. Çimen, kuş desenli kilimlere.
Ardı sıra diziliyor hikâyeler, ardı sıra uçup giden kuşlar, geyik resimleri, kuş resimleri, memleket çizgileri...
Bir çift duvar var göklerle gözlerin arasında. Bir çift soluk, yalnız kaldığımızda gördüğümüz ilk düş.
Eksikliğimizi hissettiren o düşü görmek gibi uyanmak, bir çift gözü örtmek.
***
“Yaşam denen uykudan uyanmasını bilen yar ola”