Her birimiz güzel bir gelecek kurma hayaliyle üniversiteye gelmiştik. Çok güzel hayallerimiz, tartışmalarımız vardı. O günlerde, üzerinde yaşadığımız bu toprakların bizim için ne ifade ettiğini soruyorduk birbirimize. Bugün de soruyoruz ya aynı soruyu.
Tartışmalarımızın merkezinde Türkiye, güzellik ve hakikat arayışı vardı.
***
Türkiye denince dudak büken arkadaşlar vardı. Yani diyorlardı ki onlar, “İşimiz rast giderse ne âlâ, yoksa canı cehenneme Türkiye’nin.” İşlerin rast gitmesi ne demek? Şu demek: Kazasız belasız okul bitecek, güzel işlerimiz, güzel evlerimiz olacak. Bir de güzel bir çevre. (Güzel çevre, ne demekse!) Bir de sevgilileri oluyordu bazı arkadaşların, en küçük tartışmada terk ediyorlardı arkadaşlarını, yeni birisine yönelerek. Hiç canları sıkılsın istemiyorlardı, arkadaşları için, sevgilileri için hiçbir bedel ödemeye niyetleri yoktu. İşlerin ters gitmesine tahammülleri yoktu.
Oysa varoluş meselemizdi Türkiye. Varoluşumuzu anlamlandırmaya çalıştığımız bir yerdi.
İşte bu varoluş, yok oluş, güzel ve çirkin tartışması sürüp gitti hep. “Türkiye olmadan da hayat devam edebilir” diyen arkadaşlarım “dünya vatandaşı” oldular. Bense milli marşı “Gesi Bağları” olan bir adam olarak yaşamaya devam ettim.
“Hey Allah’tan korkmaz, sana bana ölüm var” diyen “şey” götürebilirdi bizi hakikate.
Bizim hakikatimiz varlığımızın anlamında gizlidir. Anlam ise bu toprakların insanının hafızasında -hâlâ- unutulmuş değildir.
Bunu da nereden çıkardım? Çünkü sadece türkülerimize bakmak bile yetiyor. Çünkü türkülerimiz hayatlarımızdan bağımsız değil. Çünkü bütün sanat ve düşünce eserleri doğdukları toprakların ruhundan, hakikatinden beslenirler. Öyle olmasa Süleymaniye’yi bugünkü inşaatçılığın bir ürünü olarak görmek safdilliğine düşmez miyiz? Ya da Mozart’ın Habsburg aristokrasinin yarattığı ortamın bir sonucu; Rock ve Metal’in gırtlağı sıkılmış Amerikan çağının bir çığlığı ya da sinemanın soyut düşüncenin terkedildiği modern zamanların bir eseri olduğunu ıskalamaz mıyız?
Yani demem o ki biz hakikatimize antropolojik endişelerle bakamayız!
***
İnsan hakikati üzerine kafa yoran Fransız düşünür Jean Baudrillard “Birinci Körfez Savaşı olmadı” diyor. “Çünkü biz ilk kez bir savaşı sanal olarak izliyoruz. Hakikatle irtibatı yok çünkü.” Ona göre birey televizyonda Sudan iç savaşını herhangi bir tuvalet kâğıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izliyor. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir.
Bosna Savaşı’nın devam ettiği günlerde Jean Baudrillard, “Hakikat ile bağlantı kurmak istiyorsanız” diyordu, “Gidecekseniz Bosna’ya ve orada kan göreceksiniz, gördüğünüz kana parmağınızı çalacaksınız!”
Türkiye’ye dönecek olursak, bizim hakikatimiz annemizin duasındadır, bize bu ülkeyi anlatan, bize ölümü unutturmayan Gesi Bağları türküsündedir. Ancak annemizin duasından ve Gesi Bağları’ndan hareket etmeyi başarabilirsek yaklaşırız kendi hakikatimize. Bir duayla, bir türküyle sahici bir irtibat kurduğumuz an tüm insanlığa dokunmuş oluruz. Süleymaniye’ye dokunabilirsek kendimize dokunmuş oluruz esasen. Hakikat ile aramızdaki perdeleri ancak o taşlar kaldırabilir.
Türkülerimiz, Türkçemiz, Türkiye’miz... Bunlar, bu topraklarda kendimize mahsus tarihimizin, tevekkülün, düşüncenin, tasavvurun, inancın, sanatın, hayatın nimetleridir.
Peki, Türkiyesiz bir hayat tasavvuru mümkün mü? Asla!
Çünkü insan bir şeye ‘bir yerden’ bakar. Her yerden bir bakış hiçbir şeyi görmez. ‘Bir yer’ lazım bize, ayaklarımızı basabileceğimiz bir zemin. Bize temiz bir toprak gerekli. Bizim için Türkiye, ayaklarımızı basabileceğimiz tertemiz ‘bir yer.’ Biz insanlığa dokunabilmek için bir yerdeyiz, Türkiye’deyiz. Bizim hafızamız bu toprakların hafızası aynı zamanda. Büyüklerimizin hafızası. Bu topraklarda öğrendik nereden başlayacağımızı, nereye gideceğimizi.
Sahih olanla irtibat kurmanın yolu Türkiye’yi sevmekten geçer.