Siyasetle, ekonomiyle iyice daraltılan dünyamızda Sezai Karakoç gibi, “Onlara anlat, yağmur karşılıklı yağar, ruhların içindeki müzikle karşılıklı” diyerek başlamak istiyorum ben de söze. Niyetim müzik üzerine yazmak. Bizi derinden kavrayan o ‘şey’ üzerine bir şeyler söylemek... Belki o vakit daha geniş bir gökyüzünde nefes alıp verebiliriz. Bir de hayat siyasetten ibaret değil. Ekonomiden de ibaret değil. Onların da üstündeki gerçekliğe açarsak içimizi, evet, daha berrak bir gökyüzünde nefes alıp verebildiğimizi hissedebiliriz.
* * *
Hayat devam ediyor. Çünkü insanın yeryüzü macerası devam ediyor.
Müzik de bu macerada ‘kendimizi bulduğumuz’ bir yer. Kendi insanlığımızı algılamak gibi bir derdimiz varsa müzik bize onu hatırlatıyor.
Seslerle yol alıyoruz, kendi insanlığımıza doğru, evrenin içine doğru.
Bana göre müzik, bir yerlerdedir ve biz ona rastlarız. Onu bir serçenin kanat çırpışında, üzümün karasında, bir dost sesinde buluruz. Evrenin tam ortasında buluruz. Bir dost yüzü ona götürür bizi. Evrende bir ses, annemizin sesiyle buluşturur…
Ve sonsuz seslerle yürür dururuz evrenin ortasında.
* * *
Günümüze, işin görünen yanına bakacak olursak günümüzde binlerce albüm yapılıyor, milyonlarca insan para verip bir takım sesler dinliyor. Bu nasıl bir şey peki? Bu, petro kimya endüstrisi gibi...
Soru şu: Böyle bir dünyada insanlar ‘gerçekten’ müzik dinliyorlar mı? Dinliyorlar elbet veya dinlemek zorunda kalıyorlar. Özellikle dinlemek isteyenler de var elbet. Ama bir insan tekinin müzikten ne anladığını görebilmek ya da hissedebilmek çok zor. Kimisi kırmızıyı kırmızı olarak görüyor ama kim, nasıl kırmızı olarak görüyor bilmiyoruz ki. Özel bir durum işte. Kim neden hoşlanıyor onu da anlayamıyoruz. Öyle bir handikabı var mevzunun. Hoşlanma, beğenme, beğeni faslı filan yüzeysel fasıllarmış gibi geliyor bana.
Yani demem o ki, insanoğlu müziği nasıl algılıyor bilemiyoruz. Ama bu yüzeysel faslı kaldırıp ‘asıl olan’la karşılaşıp işin özüne indiğiniz zaman mevzu derinleşiyor. O zaman başka bir dünya açılıyor önünüzde.
Gerçek müziğin kendisinin duygu kadar ‘basit’ olmadığını düşünüyorum. Yani korku, şehvet, aşk meşk, neyse işte. Sevgi, ölüm, mutluluk vb. insana has hangi duygular varsa işte... İnsana has o duyguları aşan bir şey. Müzik daha saf. Bir de insanın nefs problemleri var, müziği bulandıran. Ve bu yol, zamanla ticarete çıkıyor. Hangi duygunun müziği ile karşılaşsanız, hangi ağıtı yaksanız, hangi duygunun senfonisini yazsanız, iş ticarete dönüşüyor sonunda. Dolayısıyla mevzunun bu tarafı çok yüzeysel, müzikle alakalı olmayan yan.
* * *
Peki, soruyu şöyle sorsak: İnsanı arındıran bir yanı olabilir mi müziğin? Olabilir elbet. Olmalı. Tabiatın kendisi, kâinatın tamamı, saf müziktir. Biz onlarla aynı frekansta olabilirsek, yani bir kuşun saflığında, sallanan yaprağın doğallığında olabilirsek ya da öyle bir yaşantıya meyletme cehdi gösterebilirsek, başka bir dünyanın kapıları aralanacak önümüze.