Onlar bekleyerek yaşar. Beklemek yorar. Gerçekte neyi beklerler? Bizi mi, gözyaşlarımızı mı, neyi?
Onlar, en az bizim kadar hakikat olduklarını, yaşamlarının en az bizimki kadar sahici olduğunu söyler dururlar duruşlarıyla. Gülerler, oynarlar, sevinirler, üzülürler; heyecanları vardır, hüzünleri vardır.
***
Hüzünle bakar aleme. Şefkatle bakar. Nasibine hüzün ve şefkat düşmüştür yetimin.
O, şefkatle bakarken aleme, biz ona, “Siz uzaktan güzelsiniz;” der geçeriz. Nasiplenmeyiz dostluğundan. Kendiliğinden güzeldir o. Gözlerinin içine bakarak konuşmayız. Gözlerinin içi hakikattir. Hakikatle göz göze gelmek istemeyiz çünkü.
Alışmıştır. Racon bilir. Alınganlık gösterip de bu tutumumuzu yüzümüze vurmaz. Yine de sever bizimle oyun oynamayı.
Çok iyi bildikleri bir şey vardır: Bekledikleri şey hiçbir zaman gelmeyecektir.
Başlarına gelenin ne olduğunu anlarlar mı?
Kim bilebilir ki?
Bu hayat, bir bileni olmayan bir hayattır.
Akşam üzerleri tarif edilmez bir hüzün çöker yetimin yüzüne, gönlüne. Bu hüzün, o denli somut ve serttir ki, örse yatırıp çekiçle şekil verebileceğiniz kadar elle tutulur ve hissedilir bir şeydir. Kendinden kaçan, kendine yürüyen; farkına varmaksızın, bir sonraki adımda yüz yüze geleceği kocaman bir hayatın egzersizlerini tekrarlayaduran yalnızlığın hüznüdür bu hüzün.
Kuşlar da hüzün elbisesiyle uçar. Kanatlarında çocuk, kanatlarında yetim hüznü.
Mutlu pazarlar.