Havada bulut yok bu ne dumandır
mehlede ölüm yok bu ne şivandır
Ahmet Hâşim’in, “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz” cümlesini yeniden okuduğumda bir kez daha derinden sarsıldım.
Melâli yaşamak değil, anlamak. Ne derin bir cümledir bu...
***
Bizlerin fert olarak, toplum olarak neşe içinde geçen günlerimizin sayısı bir elin parmakları kadar azdır. Ancak hüzünden, tarihimizde bizi hüzne boğan olaylardan, anlardan bu kadar bihaber hale düşen bir toplumun olması da çok garip.
Vicdanı ve sızlayan bir kalbi olanların bu çağda, bu yaşananlara hüzünlenmemesi yeryüzündeki en büyük günahtır belki de…
Evet, her hüzün kelimesini duyduğumda içimi kaplayan duygu budur.
***
Hüznü aslında ne keder, ne üzüntü, ne de başka bir şey karşılar.
Bazı insanların, bazı şehirlerin üzerinde bir alamet gibi taşıdığı özel bir duygudur o. Gönlümüzün üzerinde büyüdüğü topraktır o, gönlümüzün anasıdır hüzün.
***
Türkülerimizde hüzün vardır, manilerimizde, masallarımızda hüznün o garip duygusu karşımıza çıkıverir.
Gurbete okumaya giden Anadolu çocuklarının gözlerinde gördüğümüz odur.
***
“Acep şu yerde varm’ola şöyle garip bencileyin” diyen Yunus’a yakışan da odur.
***
Ela gözlü bir dilbere sevdanın hüznü yakar kimi zaman şairimizi, kimi zaman “ey sevgili” diye seslenen şairin dünya sürgünündeki hüznü sarıverir içimizi.
Kimi zaman güz olur sarı yapraklarla üzerimize düşer teker teker.
Kimi zaman bir şairin not defterinden dökülen gözyaşlarıyla ıslanır yüreğimiz.
Kimi zaman Kerbela’da Hüseyni bir sarsıntı olarak yakalar kalbimizi.
Kimi zaman Çanakkale’de aynalı çarşıda bağrımızdan vuran bir şarapnel parçasına döner.
***
Halep hüzündür bizim için… Kırım, Karabağ, Telafer, Doğu Türkistan hüzündür.
Türkiye hüzündür.