Bu köşede zaman zaman gezdiğim gördüğüm yerleri yazıyorum.
Bugün uzak Asya günlüğümden birazcık esinti bırakayım gününüze. “Macera dolu Amerika” diyeceğim ama yolculuğum oraya da değil. Gideceğim yer, maceralı da değil, ama acılı, ama uzak. Fakat illa bir macera yaşanacak ya, Kamboçya’ya gitmek için Singapur uçağını kaçırıp da Aksaray’da bostane yiyen bir adam görmüşseniz o, benden başkası değildir.
Kamboçya, uzak ülke. 14 saat uçakla. İlk durağımız Singapur’un Sin Changi uluslararası havaalanı. Uzak uçuşlar için dünyanın dört bir tarafının merkezi kabul ediliyor Sin Changi. Her renkten, her milletten insanla karşılaşabiliyorsun öyle yerlerde. Mesela, Fijili. Mesela, Sierra Leoneli. Mesela sizin Fijili bir arkadaşınız oldu mu? Benim oldu. Tanıştık, namaz kıldık, sarıldık, okuyup üfleyip tütsüledik, ayrıldık.
Singapur’da yaşayan sevgili arkadaşım Ayşe Sâmiha’ya bile uğrayamadan Phnom Penh’e doğru yol alıyorum. Üstelik çay bile hazırdı. Phnom Penh, Kamboçya’nın başkenti.
Bir de şey oldu, öğlen saat 13.30’da İstanbul’dan havalanan uçak, 12.15’de Singapur’a ulaştı. Uçakta altı film seyrettim, beşini sevmedim. Öbüründen de aklımda kalan bir söz yok, ama güzeldi, öyle kaldı aklımda yani. Her neyse, Singapur’a geldiğimde bir taraftan da saatin sabahın 5’i olduğunu öğrendim. Hava aydınlanmak üzere. Anlayamadım olup biteni. Bu psikolojiye jetlag ya da dejavu gibi bir şey diyorlarmış. Yani bilimde bir adı varmış, tanımlanan, sınırları iyi kötü belli bir psikolojiymiş. Tanımlanabilir olması rahatlatıyor insanı.
Mevzu ile doğrudan alakası var; aziz okurlar, uzak diyarları görüp gezmenizi cân-ı gönülden arzu ederim. Havaalanlarının, uzak diyarlara yapılan yolculukların insana kattığı kazandırdığı tecrübe, büyük. Bir de öğretici elbet. Hangi kapı hangi uçağa gider, sigara odası nerelerde aranır, hangi milletin polisi, insanı yardımseverdir, hangisi yalancıdır, yurt dışı çıkış harcı nereden alınır, kime rüşvet nasıl verilir, hangi Türk nasıl gezer dünyanın ortasında… Tadına doyum olmaz muhabbetler hepsi. Şiir gibi… Bir de “dünya sistemi”nin gidişatını mağazalarla, markalarla, serbest bölgelerle, bankalarla oralardan gözlemlemek de süper bir şey. Bir şey yapmayın, oturun ve izleyin. Bir de dünyanın garipleri var ya, onlar da hemen ayırt ediliyor. Hemen tanıyorsunuz birbirinizi. Gariplerin arkadaşlığı da bir güzel oluyor ki canım. Dünya sisteminin akıbetini tayin ediveriyorsunuz oracıkta.
Bir de, pasaportunuz hep yanınızda olsun. Hazır olsun, n’olur n’olmaz… Bir an, bir yere gitmeniz icap edebilir…
Nereye geldiğimi unutmadım, Kamboçya burası. Tayland ve Vietnam’a komşu bir Asya ülkesi. Her yerde motorsikletler. Karıncalar gibi oradan oraya gidip duruyorlar. Ülkeyi karınca güzelliğine dönüştürmüşler. Kamboçya, Birleşmiş Milletler’in, “en az gelişmiş ülkeleri” kategorisinde yer alıyor. Bugün “en az,” yarın “az,” sonraki gün “gelişmekte olan ülkeler”den biri yani. Tavşan kaç, tazı tut diyor, gözünü sevdiğimin dünya sistemi.
Budistlerin ülkesinden söz ediyoruz Kamboçya derken. Dili Khemerce. 16 milyon nüfusu var. 500 bin kadarı Müslüman. Budistlerle Müslümanlar arasında büyük sorunlar yok. Myanmar ve Srilanka’da Müslümanlar Budistler tarafından katlediliyor, fakat Kamboçya’da bir barış havası var. Kamboçya uzak, acılı ülke demiştim. Bir de tezatlar ülkesi. Bir yanda yüzlerce yılın birikimi tapınaklar, öbür yanda AVM denemeleri… Tarım var, tekstil var, bir de turizm. Tarım ürünlerinin şampiyonu, pirinç. Ve adını bilmediğim dünyanın şefkatli meyveleri...
Kamboçya acılı, çünkü 1975 ila 1979 yılları arasında başbakanlık yapan Komünist devrimin peşindeki ünlü Pol Pot’un, iki milyona yakın insanın ölümüne yol açan baskı rejiminin hatıraları çok canlı. Ölüm tarlaları hâlâ çok canlı. Memleketin garipliği, sessizliği, acısı devam ediyor.
Kamboçya’nın gariplerini yazacaktım, yazamadım.
Mutlu pazarlar.