Akıyoruz, hiçbir yeri doldurmadan öylece akıp gidiyoruz. Yoldayız. Bir şeyin peşindeyiz. Bir ses, bir renk, bir merhabanın peşinde hikayemizi arıyoruz.
Hikaye dediysek zamanda akıp gitmeyecek, bizi durulanmaya, kıymetli vakitleri tatmaya iten hoşluğumuzdur hikayemiz.
Vakit akar. Günler dibi delik kova. Kovamız boş, heybemiz boş, gönlümüz boş, halimiz bîhoş.
Dünyaya düştüğümüz yerde kendimizi arayıp duruyoruz. Budur halimiz, ahvalimiz.
Aramak varsa orada hakikate dokunan bir şey vardır. İnsan illaki kaybettiğini aramaz. Bazen kendinde eksik olanın, bazen kendinden olanın, bazen de bizzat kendinin arayıcısıdır.
Peki ya sen? Neyi kaybettin dostum? Bir bütünün parçalarını mı kaybettin? Bir parçanın bütününü mü kaybettin? Neyi arıyorsun sevgili dostum?
Hikayemizi ararız, kendimizi ararız. Nerede kaybettik kendimizi, nasıl? Bir lisanda mı, bir insanda mı, bir dağda mı, bir çağda mı, bir ideolojide mi, bir efsanede mi? Bu kadar terimin, bunca kargaşanın arasında nasıl bulacağız kendimizi?
Kendimin kendisinin peşinde koşup duruyorum. Bir oyun halindeyim, bir oyun alanındayım, bir kovalamaca bu. Etrafta oyunlar, sesler var.
Ben annemin sesine benzeyen, dünyaya gönderilişimi anımsatan, gönül yanığı olan bir şeyi arıyorum. Beni kapılardan geçirecek o hikmeti arıyorum. Kabımı doldurmasa da halimi olduran naifliği arıyorum.
Saadetten müteessir bir hayatı…
Saadetten müteessir olmuş bir hayattan ne anlarsanız onu.
Razılık deyince rızkın bolluğunu arıyorum.
Hüda’ya müteşekkir bir an arıyorum.
Bazen bir bardak su, bazen bataklık, bazen okyanus, bazen göl olursunuz.
Bir bardak su olup bir insana, bir bataklık olup kamışlara, bir okyanus olup balıklara, bir göl olup tarlalara fayda vermenin muhteşem hissiyatıdır talip olduğumuz…
Yanarız. Hikayemizi ararken yangınlara düşeriz. Hakikat de bulurmuş ince sızıyı, doğru yolcuyu. Bunu öğrendim bir paslı bıçak gibi. Sahibi ölünce nakışı eksik kalmış bir el işi gibi öğrendim bunu.
Kesilmeyen yaradan kan akmaz. Her yaradan kan gelmez. Her kanayan yara değildir. Her kesik kırgınlık doğurmaz. Her peşine düştüğümüz de hakikate ulanmaz.
Yoldan da usanırsın dibi delik günleri yaşarken. Ne zaman ki hayretini yitirdin işte o vakit korkasın hikayene yetişememekten. Ne zaman ki usandın, o zaman utanasın inancından. Ne zaman ki yağmura kapılmadın, koşarak kaçasın aşktan. Hatırla, ne olmuştu?
Hikayemizi ararız en nihayetinde. Suyun ayak sesini ararız. Beyhude geçmesin diye ömrümüz.
Ekranlarda, vitrinlerde, sanallarda, unvanlarda ararsan, bir müddet sonra unutulacak bir kimlikten ibaret bulursun kendini. Lakin insanı insanda, kendini muhabbette, kendini vicdanında ararsan asil bir gönül bulursun. Buna şüphe yok.
Bu biraz da olmak yoludur. Neticede cam kırılır, can çıkar fakat bazı şeyler bakidir.
Hikayen için entrikaya, ekrana, kıymetsiz ve tatsız şeylere gerek yok. Ne var ki heyben yırtık ve eski, şatafatsız ve mütevazı, dökülmez ondan insanlığın. Dökülmez ondan insanlığım.
Bilmenin, bulmanın, bir arada olmanın mütevazılığına yakışır insanlığımız. Yakışmalıdır, eşref-i mahlukattır aslımız.
Gönül sarhoşluğumuz evvel ve baki arasındaki kaygımızdandır. O sarhoşluk, o kaygı, yolunda gidenin kaybolmayacağını işaret eder.
Yolcunun sadece yolu vardır.
Dağlar vardır bir de Erciyes güzelliğinde. Surette yolunda olmayıp sirette yerini bulmuş dağlar vardır. Biraz basiret, biraz sahicilik, biraz samimiyet, biraz da ölmeye güzel sebepler gerek yaşamdan. Elden ne gelir ki başka?
Hikayenin sebebini müteessir kılacak güzel gönlün olsun dost! Yolun sonu da güzeldir o zaman, gurbet diyarından asıl diyara olan yolculuk da.