Valla, “Hayat piknik değil, öyle olsaydı çayı termostan içerdik,” demişti bir arkadaşım da inanmamıştım. Son bir haftada şahit olduklarımı gözümün önüne getirince ben de iyice inanıyorum artık, hayat piknik değil.
Aslında kırk beş gün önce başlayan mevzu ama ben son bir haftanın kurbanıyım.
Bir apartman toplantısından söz ediyorum. Asıl toplantı öncesi ara bir toplantı bu.
Hutbemizin konusu, çatımızın borusu… Çatı deyip geçmeyin. Çatı bir kültür. Ciddi bir kültür hem de. Hayatımda ilk kez duyduğum kelimeleri sıralıyorum burada: Membran, çelik hadde, arduvaz, tek kat panel, makas kirişi, dörtlük çatı tahtası, -müteahhidin getirdiği bir sekizlik çatı tahtasıymış ama- dik inişli süzgeç, metal şingıl… Bu kelimelerin normal yurdum insanının hayatında bayağı bir anlamı varmış, onu öğrendim, leyla leyla yaşayan benim gibi tipler yeni duyuyor tabii. Bu arada epey arttı genel kültür bilgim.
Neyse… Ara toplantımızın konusu söylediğim gibi çatı, daha doğrusu çatı tadilatını yarım bırakıp kaçan işçiler.
Toplantı cumhuriyetinde yaşıyoruz ya, bizim toplantımız da toplantının yöntemi üstüne yoğunlaşıyor. Karşı komşumuzun evindeyiz. Kimler mi var orada, nihayet ulaşabildiğimiz yönetici, mevzu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olan endüstri mühendisi İrem Hanım ve sevgili eşi inşaat yüksek mühendisi Haluk Bey, diğer komşumuz büfeci Rasim Bey, bir diğer komşumuz banka müdürü Emre Bey ve esasen mevzunun tamamen dışında yer alan ama çatısı akan Karar yazarı bir apartman sakini olarak bendeniz Bekir Fuat.
Mikrofonu ilk ele geçiren sayın yönetici. “Sayın” hitabını sever Ankaralı) “Yıl 1999” diye lafa girdi. Ardından “2004” sonra “2008” daha sonra “2010” dedi. “Bu ne demek” deyip çatı ile ilgili tespitlerini peş peşe sıraladı: “Şimdiye kadar yapıldığını zannettiğiniz çatı toplantıları boşuna yapıldı. Üç beş kiremit değiştirmekle bu iş hallolmaz beyler. Biz bu işi biliyoruz. Ne söylediysek onun arkasındayız. İşçiler yarın geliyor. Kimse bana hesap sorar gibi laf edemez, laf sokar gibi laf edemez!”
Yönetici kendini kaptırmış vaziyette bunları anlatırken ondan daha heyecanlı ve günlerdir yöneticinin yakasına yapışmak için bu anı bekleyen Haluk Bey kimsenin beklemeyeceği bir şekilde yumruğunu sallayıverdi yöneticinin omzuna. Ve yumruklar yöneticinin omzuna gidip gelirken o avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Yarım kalan çatının hesabını ver! Bize maval okuma. Hangi işçi ne zaman gelecek, ortada bir cenaze var, bunu kim kaldıracak? Yağmurlar başladığında senin evin mi akacak. Biz bu parayı peşin peşin verdik mi kardeşim, verdik. Şimdi sen bizi aptal mı sanıyorsun!”
Yönetici aldığı darbelerden sonra şok yaşıyordu. Başka ne yaşayabilirdi ki? Hepimiz şok yaşıyorduk, hepimiz şaşkındık. Biz ne yapacağımızı bilemez vaziyetteyken İrem Hanım elinde kahve tepsisiyle beliriverdi: “Herkes nasıl içer diye soramadım ama kahveleriniz orta şekerli. Yöneticimizden başlayalım önce, buyurun…”
Şoku üzerimden atmam mümkün değildi. Darbeler sanki bana gelmiş gibiydi, kahvelerden sonra. Şaka gibi.
Yöneticinin hamlesini bekliyordum ben artık. Adam ilk iş olarak yerini değiştirip başka bir koltuğa geçerek Haluk Bey’den uzaklaştı. Sonra hiç vakit kaybetmeden yarım kalan cümlesini tamamladı: “Biz başladığımız işi bitiririz, kimseye hesap verecek durumda değilim, ayrıca bu işin tek sorumlusu ben değilim, bu yumrukların altında kalmam arkadaş!”
Tam o esnada bizim yönetici elindeki kahve fincanını Haluk Bey’e doğru son sürat fırlattı. Kahve fincanı tam isabet Haluk Bey’in alnının ortasında patladı. Meğer adam ince ince hesaplar yaparak Haluk Bey’in alnına nişan alabilmek için yer değiştirmiş.
Şok şok şok… Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. Şok devam ediyordu çünkü.
O sırada konuşulanlardan hayal meyal hatırladığım iki şey var. Banka müdürü: “Arkadaşlar sakin olun lütfen, bizim bankadan kredi ayarlar, borçları kapatırız,” diyordu. Büfeci abimizin de “İrem Hanım, İrem Hanım! Buz torbası, buz torbası…” sözleri.
Uzun lafın kısası geceyi karakolda karşılıklı şikâyetlerle noktaladık.
Mevzu ile doğrudan alakası var. Adamın biri yolda sakin sakin yürürken arkadan gelen bir otomofil son sürat adama çarpmış. Otomofilin çarptığı adam üç takla atmış. Bizimki birazcık kendine geldikten sonra ayağa kalkmış ve başlamış kaçmaya. “Dur ne yapıyorsun hemşerim, hastane doktor falan filan” diye bağırıp çağırma sesleri gelmiş arkadan. Fakat bizim eleman ardına bakmadan: “Ben iyiyim, ben iyiyim! Sakın beni şahit yazmayııın” diye bağırarak uzaklaşmış olay yerinden…
Sevgili okur, çatının akıbetini ben de merak ediyorum. Son durumu bir ara bildiririm.
Hayat gerçekten piknik değil.
Mutlu pazarlar.