Kimden, ne zaman işitmiştim hatırlamıyorum; şöyle demişti: “Türkler iki şekilde iman tazeler; biri kelime-i şahadet getirerek, öbürü de türküyle…”
Türkünün milletimiz nezdindekini yerini bu kadar güzel anlatan başka bir cümle var mı bilmiyorum.
Türkü, bizim milletimizin yeryüzündeki hikâyesinin mısralara dökülmüş, sazının mızrabına takılmış hali.
“Göçtü Avşar elleri” diyerek Türk’ün göçünü mısralarına taşıyan yanık Avşar bozlakçı.
Delikli demir sonrası mertliğin bittiğini söyleyip sır olup kaybolan Köroğlu.
“Güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi” diye güzelliği en güzel şekilde namelere döken Karacaoğlan…
Bir dua kimi zaman, kimi zaman tevekkül.
Kimi zaman bir ölümün ardından ağıt, kimi zaman zafer toyu…
Tarihin imbiğinden süzülür.
Dünyadan ahirete havalandırılır.
Nesilden nesile, meselden mesele akar durur.
Türkü, sevgilinin gurbete düşen yüzü.
Gecenin kalbini yoklayan ses.
Gönle düşen ateş…
Türkü, gönlümüzü büyüten yakarış.
Türkü, Türk’ün ruhunun oba oba, köy köy mırıldanışı.
Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş’ın göynüm deyişi…
“Lâmbada titreyen alev üşüyor/Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban.”
Bu türkünün yakıldığı yerdir Türkiye ve sevgisi imandandır.
Türkü dolu pazarlar.