Yunus gibi olmalı. Onun kadar içeriden, onun kadar duru. Yunus Emre her yaştan insanın şiirine sığındığı bir bilge, bir dize dervişi. Fuzûlî, Nesimî, Mevlâna ya da Bâki, okumuş yazmışlarımızın şairleridir. Yunus’un şiiri dedelerimizin, mürekkep görmemiş anneannelerimizin ve çocuklarımızın şiiridir. O kadar muhabbet duymuşuz ki kendinden sonra gelen kimi Yunusları da ona atfetmişiz. ‘O güzel dizeleri, ilahileri söylese söylese bizim Yunus söylemiştir’ demişiz.
***
Yunus, ‘bizim Yunus’tur. Taptuk Emre’nin dergâhına odun taşımakla görevlidir ve bulduğu en güzel odunları taşır, eğri odun dergâha yakışmaz diyerek. Taşıdığı insandır aslında. Doğru adam getirir dergâha. Kemalini, tekemmülünü gerçekleştirmek üzere getirdiği adamlardır o odunlar. Onlar dergâhta yanarlar ve adam olurlar. O, odunu insan kılan bir inceliktir.
Taptuk ona bir sefer ‘bizim Yunus’ demiştir.
Herkesin Yunusudur. Yedi yaşındaki çocukların da yetmişindeki ihtiyarımızın da irfan sahibi alimlerimizin de dervişlerimizin de musikişinaslarımızın da Yunusudur.
***
Yunus Emre 1240’ta doğmuş, 1320’de hayata veda etmiş. Hikâye şöyledir: Yunus’tan çok sonra yaşayan, ismiyle müsemma Molla Kasım adında bir zat vardır. Molla Kasım bir nehrin kenarına oturur, ateşi yakar ve Yunus’un divanını okumaya başlar. Okudukça ‘bu şiir dinden çıkarır,’ ‘bu imanı zayıflatır,’ ‘burada filan hükme ters düşmüştür’ gibi gerekçelerle -deruni muhabbetle yazılan, içinde muhabbetten öte bir şey bulunmayan- şiirleri imha etmeye başlar. Sonra bir kısmını yanındaki ateşe, bir kısmını da suya atar. Derken bir şiir çıkar karşısına: “Ben dervişim diyene, bir ün edesim gelir / Seğirdüben sesine, varıp yetesim gelir / Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir / Varıp anın üstüne, evler yapasım gelir” diye başlayan “Derviş Yunus bu sözü, eğri büğrü söyleme / Seni sigaya çeken bir Molla kasım gelir” diye biten şiiri okuyunca orada durur. Şiirin kendisine hitaben yazıldığını anlar, Yunus’un ne demek istediğini anlar, keramet gösterdiğine hükmeder ve şiirleri suya, ateşe atmayı ve yakmayı bırakır. Divanın üçte ikisi gitmiştir; üçte biri ateşe, üçte biri suya… Hikâye bugün okuduğumuz şiirlerin Yunus’un şiirlerinin üçte biri olduğunu söyler bize. Üçte birini deryada balıklar, üçte birini havaya savrulan küllerinden dolayı kuşlar anlar, kalan üçte birini ise insanlar okur…
Haktır, garipliktir, yoldur Yunus. Muhabbetten öte bir hakikat olmadığını, hakikat sandıklarımızın o muhabbetin tezahürleri olduğunu öğreniriz onunla. Elimizden, gönlümüzden tutarak anlatır. Bize ders vermez. Kalbimizden tutarak, başımızı sıvazlayarak, Türkçenin en güzel haliyle, en iyi anlayabileceğimiz duruluğuyla anlatır. Herkese anlatabilecek bir sözü vardır. Sözü herkese anlatabilecek düzeye çıkarır.
O, Hoca Ahmet Yesevî’nin açtığı aşk yolunun yolcusu. ‘Türk irfanı’ dediğimiz yolun kurucularından. Bir milleti, bir dili mayalayan adamlardan. Yesevî, Hacı Bektaş, Yunus, Hacı Bayram… Türk irfanının gönüllüleri, yol göstericileri…
Onun yaşadığı yıllarda Anadolu’da Moğol istilasının etkisiyle iç kavgalar, siyasi zayıflık, kıtlık, kuraklık gibi sıkıntılar yaşanıyordu. Öyle bir dönemde yaşar, öyle bir dönemde söyler söyleyeceklerini. Birliğe, muhabbete götürür onun dizeleri bu toprakların çocuklarını.
Anadolu’dayız, buradayız Yunus’tan beri, güzeliz.
***
Türkçe, sesini Yunus Emre’yle buldu. Yazdıkları Türkçenin duası. En geniş zamanlı, en geniş şiiri yazdı. Nasibi bol şair. Sevap defteri yüzyıllardır açık.
Hikâyede olduğu gibi deryada balıklar, semada kuşlar anlamaya, yeryüzünde insanlar okumaya devam edecek. Yunus var olduğu sürece Türkçe, Türkçe var olduğu sürece Yunus var olacak. Allah’ın sevdiği kuluna lütfu.
***
Benim Yunus’a gelince…
O, bizim garip yanımız.
Garip yanını bulan Yunus’u bulur. Garip yanını seven Yunus’u sever. Garip yanına sarılan Yunus’a sarılır.