Nasrettin Hoca’nın bir atı varmış, atı satmaya karar vermiş ve pazara götürmüş. Hocayı pazarda gören komşular: “Hocam ne yapıyorsun, bu at satılır mı? Ne kadar güzel, ne kadar faydalı, olacak şey değil” derler. “O bir küheylan!” Hoca tek tek hepsini dinler ve der ki: “Haklısınız, söyledikleriniz doğru. Ama atın neşesi yok!”
At gibi bir ülkedeyiz ama ne yapalım işte, neşesi yok!
***
El birliği ile buraya geldik, hep birlikte. Üzgün olmamız için yeterince sebep var. Neşesizlik yeterince can sıkıcı. Yeni Türkiye’de neşemiz iyice azaldı.
Hayır hayır, nostaljiye kapı aralamak değil niyetim. ‘Güzel günlerimiz vardı, gitti kayboldu o günler, hadi hep birlikte eski güzel vakitleri özleyelim’ demiyorum. Ve fakat şimdilerde çevremde pek çok insanda bir neşesizlik hali var, gördüğüm bu.
Politik söylem hayatımızın her alanına sirayet etti. Kahvelerde referandum konuşuluyor, camilerde referandum tartışması yapılıyor. Tehlike konuşulmasında değil, kullanılan ayrıştırıcı dilde.
***
Dünya yeterince sıkıcı. İnsanların nefes alıp vermesi lazım. Sığınacak yer arar insan. Evlerimize, annemize, dostlarımıza sığınırız; orada şefkat ararız. Fani ama acımasız dünyada şefkatten başka bir arayışı yok insanın.
***
Politik söylemle gelişen dil yaşama enerjimizi alıyor. Şimdi sadece politika var. Edebiyatta politika, okulda politika, sokakta politika. Varsa yoksa politika. Varsa yoksa politik, ideolojik dil. Acımız politik, sevicimiz politik… Dostlukların arasına bile girebiliyor politik söylem. Daha tehlikelisi şu: Dine, inanca bile politik bir şartlanmışlık sonucu bağlanıyor ve fakat bu durum insani ilişkiler geliştirmemizi engelliyor. Gidişat çok hayra alamet değil.
***
Birbirleriyle gerçekten dost olanlar politikanın, ideolojinin diliyle konuşmazlar. Ve fakat neşemiz azaldı, politik dil dostluk dilinin önüne geçti.
***
Bir de mesela oradan buradan, kitabın ortasından konuşan insanlar vardı. Konuşurlardı hayatın ortasından şiir gibi. Onların dünyaya aykırı gelen muhabbetini dinlerken kendinizi kainatı keşfe çıkmış insanlar gibi hissederdiniz. Çünkü şiir gibi konuşurlardı, bir sağdan bir soldan. Dua eder gibi konuşurlardı. Dualarına amin derdik neşeyle. Şimdi kitabın ortasından konuşan insanlara tahammülü yok gidişatın. ‘Mahallenin delisi’ gözüyle bile bakılmıyor onlara artık. Gerçi kimse de kalmadı ya artık kitabın ortasından konuşan.
***
Bir Ekrem Abi vardı İstanbul’da. Nasıl mutlu olurduk onunla konuşurken anlatamam. O konuşurken biz eğlenirdik, o eğlenirdi. Amacımız sadece eğlenmek değildi kuşkusuz. Gene şarkılar söyler, gene hikayeler okur, gene edebiyattan, siyasetten konuşurduk. Ve fakat kimse kimseyi düşüncesinden dolayı mahkum etmez, kırıcı davranmazdı. Şimdiki gibi değildi anlayacağınız.
Ekrem Abi süper adam. Mütemadiyen yazı yazar, mütemadiyen konuşurdu. Boşlukları kahkaha atarak dolduran Rumeli evladı abimizdi. ‘Yükselen canavar Çin’ tabirini ilk ondan duydum. Gerçi başka kimseden duymadım ya, o ayrı. Ekrem Abi bir gün uzun uzun Çin’i anlattı. Çin uzmanı oldum. Çin’in dünyayı nasıl istila edeceğini anlattı uzun uzun uzun. Uzun uzun dinledim. Çin bilgimle hava attım entellere, dantellere. İki saat yirmi dakika ses çıkarmadan dinledim Ekrem ustayı. İki saat yirmi dakikanın sonunda mevzuyla zerre gram dahi ilgisi yokken, “Ekrem Abi” dedim, “Bi’gün Konya’ya gidelim mi?” Durdu durdu ilkin. Sonra “neden” dedi. “Celaleddin Rûmi çağırıyor” dedim. “O buraya gelse olmaz mı” dedi önce. Sonra ekledi: “Gel be kardeşim Mevlâna, gel İstanbul’a birlikte okuyalım Kur’an’ı, gel şiir yazalım birlikte. Yıllardır ‘gel, gel’ diyorsun biraz da sen gel. Yeter be!” “Hayır, o gelecek” dedi, Çin’e devam etti soluksuz. On dakika sonra duraksadı bir: “Bekir Bey Konya işinde ciddi misin” diye sordu. “Evet” dedim. Noktayı koyan o oldu: “Gidelim ebesini satalım, Çin’e giderken uğrarız!”
***
Kime anlatacak Ekrem Abi bunları şimdi. Kim dinleyecek? Anlatmanın da dinlemenin de politik getirisi yok. Kimseyi suçlamıyorum. El birliği ile geldik buraya. Hep birlikte kovduk neşeyi. Büyük büyük sözlerimiz var ama neşemiz yok! Yok.