İnsanın insanla tanışması nasiptir, arkadaşlığı da öyle. Hele dostluklar başlı başına bir şükür sebebi. Birbirimize anlatacağımız, birbirimizden öğreneceğimiz şeyler de güzel nasiptir.
Arkadaşımızı “Biz kendimiz tercih ettik” diye düşünürüz ama o düşünce de çok su götürür. Tercihlerle nasipler birbirine karışır. Onda da ayrı bir güzellik var ama mevzumuz o değil zaten. Yine de bana sorarsanız nasip, tercihimizi, gayretimizi pek sever.
***
Benim nasibime de Nurettin’le arkadaş olmak düştü.
“Bekir Abi biz dostuz değil mi?” diye sorar sık sık. “Elbette” derim her defasında. Nurettin’i severim. Ya da o beni. Sevmek mi sevilmek mi daha değerli bilmiyorum ama.
Gece gündüz Sabahat Akkiraz dinler Nurettin. Şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş volkmenlerden ayrılmaz hiç. Dünyanın en güzel Sabahat Akkiraz dinleyen adamı. Bir de çok güzel Meltem Cumbul der. Meltem adında bir tanıdığını “Meltem Cumbuul, n’aber” diye arar.
***
Sahi Nurettin’in kim olduğundan bahsetmedim bile. Ben onunla, çalıştığım bir bakanlıkta tanıştım. Doktorlar çayı yasaklamış ama bayılıyor çay içmeye. Kaçıp kaçıp çay içmeye geliyor. Güvenlikten arayıp “Misafiriniz var, gönderelim mi?” diye soruyorlar. “Hemen gönderin, hemen!” Muhabbetten tatlısı var mı? Yurttan, dünyadan konuşmaktan, “Değme felek değme telime benim” türküsünü söylemekten tatlısı var mı? Epilepsi rahatsızlığı var Divriğili dostumuzun. Okuma yazması yok, olduğunu iddia ediyor. Bir gün tuttu kolumdan evine götürdü. Gördüğüm resim karşısında şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim. Tıpkı duvarlara asılan Atatürk resimleri gibi benim resmimi çerçeveletip asmış odasına. “Lan oolum ne bu” diyecek oldum, “Bakıp bakıp hüzünleniyom” dedi benden önce davranıp. Valla durum bu. “Bugünün gazeteleri kalsın yarın alırsın” dedim bir gün. “Bekir Abi bunlar esgi gazeteler, bak üstünde ‘esgi’ yazıyor!” diye cevap verdi. Dalgasını geçiyor.
***
Hayat ve insanlar tuhaf. Bir gün odamda bakanın başdanışmanıyla Nurettin, bir saat boyunca tartıştı. Bana göre saçma sapan şeyler konuştular, biri öbürüne “Sen solcusun!” diyor, öbürü “Sen Bekir Abi ile dostluğumu kıskanıyorsun” diye konuşuyor. Biri “Hadi len, solculuk yapıp duruyorsun” diyor, öbürü “Ne solculuğu ya, ben Sabahat Akkiraz dinliyorum” diye cevap veriyor. Sorular cevaplar absürt yani baştan sona. Sonunda pes eden Nurettin oldu, kapıyı çarpıp çıktı, ben Sabahat Akkiraz dinlemeye gidiyorum diyerek…
Nurettin tam odadan çıkarken bakanlığın hukuk müşaviri Yusuf Bey içeri girdi. Adamı tanımıyordum, ikinci görüşmemizdi. Çay içmeye gelmişti. İş yoğunluğundan sıkılmış muhabbete gelmişti muhtemelen. Fakat başka bir şey oldu. Yusuf Bey, başdanışmanla aramda geçen tartışmanın ortasında buldu kendini.
***
“Yahu” dedim başdanışmana, “İsminin başında bir de ‘Dr’ diye bir unvan taşıyorsun, tartıştığın arkadaş epilepsi hastası, ayıptır günahtır!”
Şimdi hazır olun.
“Sabahtan beri özürlü özürlü diyorsun, ne üretiyor ki bunlar, öldür gitsin bu tipleri!” demez mi başdanışman.
Burada boşluklar var… Bir şok durumu var, bir de “Manyak mısın?” diye bağırdığımı hatırlıyorum. İnsanlığın durduğu an var. Fakat bir şey daha oldu o esnada, odaya sonradan giren Yusuf Bey’in bet benizi attı. Korktum. Sandalyeden yere düşecekken tam, koluna girip odasına çıkardım Allah’tan.
***
Elini yüzünü yıkadı etti, kolonya vs. ile birazcık kendine geldi. Sonra… Başladı ağlamaya. Sakinleştirmek mümkün değil. Sonra ayağa kalktı, takım elbisesinin ceketini çıkardı ve “Bekir Bey biliyor musun, bu ceket bizim oğlana oluyor” dedi. Ve yeniden gözyaşları… Öğrendim tabii, 16 yaşında bir oğlu olduğunu… Tuvaletini bile anne babası olmadan yapamadığını… Yusuf Bey’in akşamları mesai çıkışı bir iki tek atıp eve öyle geçtiğini… Dertleştik, iyi ettik. Aradan yıllar geçmiş olsa da unutamayacağım şu sözü: Bir dakika daha geç kalsaydın o danışman ölmüştü orada, iyi ki koluma girip odaya çıkardın!” Masanın üstünde duran kocaman pirinç zarf açacağını gözüne kestirmiş, onunla parçalayacakmış danışmanı.
O gün bugündür başka bir adamım.
Selamlar, sevgiler, iyi pazarlar.