1980’li yıllarda İstanbul üzerine yazdığım yazıların sonuncusunu yayımlıyorum. Aşağıda okuyacağınız yazı, 1985’in İstanbul’unda kaleme alınmıştır.
* * *
Galata köprüsünü her geçişimde Karaköy’ün çehresini somurttuğunu ve ekşittiğini, Tüneli her çıkışımda Beyoğlu’nun genzinin gıcıklanıp Haliç’e tükürmek isteyişini, Boğazı her geçişimde Üsküdar’ın kucak açtığını ve Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerini elini uzatarak beni coşkuyla karşıladığını düşünürüm. Sirkeci’den Florya’ya yaptığım her tren yolculuğunda da İstanbul’un sanki ense tıraşı olmuş gibi rahatladığını sanırım.
Eskilerin Altınboynuz dediği, bugünse keçiboynuzundan farkı olmayan Haliç, İstanbul’un en belli başlı özelliklerindendir. Fatih’in Tepebaşı’ndan Haliç’e indirdiği yetmiş iki parça geminin açtığı halkalar bugün hâlâ büyümektedir. Haliç, İstanbul’un kucağında uyuyan okyanus yavrusuna benzer. Bir gün büyüyüp İstanbul’a veda edecekmiş gibi durur. Belki de onu tutan büyük sahabi, Eyüp Sultan hazretleridir. Haliç, tıpkı bir derviş gibi manevi olgunluğa erişmeden Eyüp’ü terkedecek gibi değildir.
Karşıda Kız Kulesi bir dadı gibi Haliç’i beklemektedir. Onun büyüyüp olgunlaşma sürecini hayranlıkla izliyor sanki. Sarayburnu’ndan denize atlayarak intihar eden her insan, gerçekte Haliç’e birer kurbandır.
Sabahın erken saatlerinde Sirkeci’ye yanaşan Üsküdar vapurları, binlerce insanı şaşkın bir vaziyette orta yere salar. İnsanlar şaşkındır, çünkü mahmurluğunu üzerinden atamamıştır. Belki de yol boyunca, geceden kalan ve sabahın alacakaranlığıyla birlikte bölünen rüyalarına kaldıkları yerden devam etmişlerdir. Ama bu rüya da, Sirkeci’ye çıkar çıkmaz bir daha devam etmemek üzere bölünmüş, günlük yaşam tüm acıları ve tatlılıklarıyla başlamıştır.
Gün boyu ayakta uyuyanlar çoktur İstanbul’da. İstanbul o kadar zengindir ki, milyonlarca insanın rüyasını doldurup bir başka şehre veya ülkeye pay bırakmaz. İstanbul’daki günlük hayat olanca yoğunluğuyla rüyalarda da devam eder. Dolayısıyla İstanbul’da yaşayanlar, hayatı gecesiyle gündüzüyle dolu dolu yaşarlar. Bu insanlar, yirmi dört saatte yirmi beş saatlik işi bitiren ve güneşin doğuşuyla birlikte yeni bir çalışma azmi ve güven duygusu kazanan insanlardır.
Sokak lambaları İstanbul’da, güneşin en ücra köşelere ışıkları ulaşıncaya kadar yanar. Çünkü İstanbullu karanlığa alışık değildir, onun için karanlık mezardan başlar ancak. Belediye çöpçüleri sabaha kadar hiç göz kırpmadan yanan bu sokak lambaları ışığında sokakları süpürür, insanları yeni bir güne temiz ve dinç olarak hazırlar.
Bugünkü İstanbul, ne Yahya Kemal’in, ne Ziya Osman Saba’nın ne de Orhan Veli’nin İstanbul’udur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ise hiç değil. Peki, kimin İstanbul’udur? Olsa olsa bizim İstanbul’umuzdur. İstanbul şu an bizim İstanbul’umuz olmakla ne kadar övünse azdır.
Mutlu pazarlar.